26 YAŞINDAKİ NEFS-İ LEVVAME İLE HESAPLAŞMA
Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi hazretlerinin 1960 yılında vefatı ile Aczmendi’nin 1986 yılındaki zuhuru arasındaki Risale-i Nur Mesleğindeki Cadde-i Kübra-yı Kur’an’iye hususiyetinin terk edildiği 26 senelik dönemle bir hesaplaşmadır.
Bu hesaplaşma; neşriyat alanındaki büyük muvaffakiyetlere bedel, daire içerisinde “Erkan” olarak tesmiye edilmiş zatların nazardan iskat edilerek düşürüldüğü ve Risale-i Nur Mesleğindeki Cadde-i Kübra-yı Kur’an’iye hususiyetinin terk edildiği bir döneme dair bir yazıdır.
Bu dönem; Te’lif edilen Risale-i Nur eserlerine muhatabiyet cihetleri ve tasdikat selahiyetleriyle, bizzat eserin müellifi tarafından “Müntehab” ve “İcazetli” vaziyete gelmiş zatlardan Hüsrev (k.s) gibi vazifeliliği itibarıyla konuşmaya mecbur olanlara (haşa) hakaret etmekte asla tereddüt gösterilmeyen bir dönemdir.
Bu dönem; zarurî olarak kendi köşelerine çekilip, perdelerini kapayan Mehmet Feyzi Efendi, Hulusi Efendi ve emsallerinin: “Tarikat meşrep, sakallı, hizmetin yeni tarzından habersiz vs. gibi yakıştırmalarla nazarlardan iskat edildiği” bir dönemdir.
Yine bu dönem; cami merkezli hizmetten uzaklaşıp, ekseriyetle akademik camianın muhatap alındığı, keyfiyetten ziyade kemiyet hesaplarının yapıldığı, kutsiyetten uzaklaşarak Kelam, Mantık ve Felsefe tarafının ağırlık kazandığı bir dönemdir.
Bu dönemde görülen yanlış tatbikatları ve arızalı vaziyetleri ayn-ı hakikat bir kısım temsillerle değerlendirmekte fayda vardır.
Lakin bunu yapmazdan evvel, şunu da belirtmekte fayda var ki; verilecek misaller ve arızalı vaziyetlere matuf tespitler, Risale-i Nur dairesinin umumi vaziyeti itibariyledir.
Yoksa “Bütün hizmet dairesi bundan ibaretti, has ve hususi dairelerde en layık veçhiyle ve en kâmil bir tarzda İslam’a hizmet hiçbir şekilde temin edilemedi.” demek, elbette ki doğru değildir.
Belki, “Cadde-i Kübra-yı Kur’aniye olan şu Risale-i Nur hareketinin tüm ehl-i imanı istiap eden meslekî özelliği sayesinde; Kâmil bir şeyh efendi, Ehl-i ilim bir şeriatçı, Ehl-i insaf bir siyasetçi, Hak aşığı bir köylü veya fakir bir âmele, Müstetir bir islâm hanımı; Hülasa, İslâm cemaatinin her sınıf insanının aradığını onda bulduğu ve kendi hizmet dairesi gibi bilip huzura kavuştuğu hususiyeti muhafaza edilememiş, Cadde-i Kübra-yı Kur’an’iye vaziyeti gösterilememiştir.” denilebilir.
Risale-i Nur Cemaatine Sokulan Tasavvufu Tenkid'in Sonuçları
Misal ile anlatacak olursak; “Kâmil bir şeyh efendi ve müntesiplerinin, Risale-i Nur dairesinden istifadesi lazım ve elzemken, Nurcu camianın Tasavvufa dair tenkis ve tenkitleri, ehl-i tarikatın Risale-i Nurlar’dan istifadesine set çekmiştir.
Dönemin Nurcuları bu yanlış tavırlarına, Üstadımızın “Zaman tarikat zamanı değil…” ifadesini gerekçe olarak göstermişlerse de işin hakikati öyle değildir, bilakis tam aksinedir.
Bediüzzaman (r.h); “Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatini düşünüp ‘Tarikat zamanı değil, bid’alar mâni oluyor’ dedim. Fakat şimdi Sünnet-i Peygamberî dairesinde bütün on iki büyük tarikatın hülasası olan ve tarîklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur Dairesi içine, her tarikat ehli, kendi tarikat dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi.” (Emirdağ Lahikası, 269. mektup) demekle, evvelki sözündeki zaman kaydını, makam münasebetini ve maksat ve hikmeti çok sarih ve anlaşılabilir bir tarzda beyan etmiştir. İşin bu kısmı Nurcu Camia tarafından görülmemiş belki de perdelenmiştir
“Muallimi olmayan her eserin, yanlış anlaşılmalar ve te’villerle faydadan çok zarar vermek ihtimali olacağına” dair tespitimizi Nur Dairesi itibariyle haklı çıkaran tek vakâ, maalesef ki ehl-i mutasavvifenin başına gelenlerden ibaret değildir elbet.
İşte o zararlardan bir başkası; Alem-i İslam’da mühim bir yer teşkil eden ehl-i ilim ve ehl-i şeriat dahi Risale-i Nur mesleğinin yanlış anlatılması ve hatalı tatbikatı sebebiyle, Risale-i Nurlar’a küstürülmüştür.
Şeriatı Risale-i Nurlar'dan Ayrı Gösterme Çabaları
Ehl-i ilim bir şeriatçının Nur Dershanesine geldiği andan sonraki durumu beraberce tasavvur edelim…
Risale-i Nur’un her satırda şeriat, her sayfada nizam diye haykırdığını gördü. Tüm derslerinin ayet ve hadislerin şerh ve izahı olduğunu bildi. Ehl-i Sünnet kaynaklarını esas alıp mehaz gösteren tarzına şahit oldu. Avamın taklidî olan imanlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi ikame etmeye çalışan eserler olduğunu anladı.
“Eğer beşer çabuk aklını başına alıp Adalet-i İlahiye namına ve Hakaik-i İslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî ve manevî kıyametler başlarına kopacak.” (Hutbe-i Şamiye) gibi kısımları dinledi. İşte tam benim yerim dedi, oturmak istedi.
Fakat cemaatin merciiyyet kazanmış nefs-i levvamesi karşısına çıkar der ki: “Biz hükmümüzü Risale-i Nurlar’a göre veririz. Evvelki yazılmış eserlerdeki hükümleri dinlemeyiz. Biz müspet hareket ederiz, menfî harekete mesleğimizde müsaade yok. Ulu’l-emre itaat farzdır. Hem biz iman dairesindeyiz. İşin siyaset ve nizam kısmına ilişmeyiz.” dedi ve uzun maslahatlar, sevk-i zaruret icabı fetvalar sıraladı.
Müteşerri zat der: “Yahu etmeyin, tutmayın, elinizdeki eserlerin çarpan yüreğine, dolaşan kanına, müterâkim enerjisine iyi dikkat edin, bakın Bediüzzaman; ‘İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, bilerek İslâmiyetsiz İman dahi dayanamıyor, belki necat veremiyor’ diyor. Menfî hareket başkadır. Allah’ın nizamına tafardar olmak başkadır. Kimse sizi isyana teşvik etmedi, fakat beşerin maddî ve manevî helaketlerden kurtulmasına çalışmak sizin vazife-i asliyeniz değil midir?
Risalelerdeki bütün muvazeneler Kur’an nizamının üstünlüğünü, beşerî nizamların paçavra gibi yırtılıp atılmaya müstehak birer fir’avunluk olduğunu ispat etmiyor mu? Bu eserlerden, Allahsız nizamlarla musalaha çıkamaz. Hüküm Allah’ın oluncaya kadar bu işin ortası bulunamaz” dediği anda “Provokatör” ilan edilir ve ‘Nur Dershanelerinde Risale-i Nur’dan başka İslami eser bulunmamasındaki hikmeti sormasına fırsat verilmeden’ kapıya konulur.
Demokrat Parti Propagandasına Hapsedilen Nurculuk
Şimdi sırada ehl-i insaf bir siyasetçinin başına gelenler var;
Dünya siyasetinin aldatan yüzünden bunaldığı, tarafgirlikten ve insafsız tenkitten usandığı, hile ve entrikadan yorulduğu bir anda; kendini Nur Dershanesine atar.
O an tek ihtiyacı olan; yalandan, riyadan, hileden uzak; karşılıksız, katışıksız, safî, hasbî bir hissiyat ile iman hakikatlerini ders almak ve bir lahzada olsa ruhunu ferahlatmak ve kalbini parlatmaktır.
1950’de 30 senelik Halk Partisi dininin yıkılması için maddî ve manevî tüm İslâm güçlerinin seferber olduğu bir vasatta, Üstad Hazretleri’nin Demokrat Parti’ye kuvvet vermesindeki hikmeti anlamaktan uzak bir dershane abisiyle karşılaşır.
Abimiz, Risale-i Nurlar’daki kuvvetli Kelam ve Mantık derslerinden edindiği marifetle, başlar Demokrat Parti propagandasına…
Sabır ve nezaketle anlatılanları dinleyen insaflı siyasetçimiz; “O günkü particilik değildi. Doğrudan doğruya imanla küfrün çarpışmasıydı. Kaldı ki; sonrasında DP cebine konulan bu dehşetli İslâm gücü sermayesini ne yaptı da, ondan sonrakine de onun hatırı için taraftar oluyorsunuz?” diyecekti ki, beyhude olacağını fark etti. Söylenenlere kafa sallayıp, kimseyi kırıp incitmeden müsaade istedi ve dönmemek üzere çıkıp gitti.
Aynı Safta Namaz Kılanları Birbirinden Ayıran Sohbet Halkaları
Risale-i Nur camiasının küstürdükleri maalesef bununla da sınırlı kalmadı. Bu muvazenesiz, muallimsiz dönemden hak aşığı köylüler, amele sınıfı işçiler de nasibini aldı.
Bir gün hak aşığı bir köylü, koca koca beton yığınlarının arasında adres ararken, bir apartmanın kapı ziline basar. Bir genç çıkar. “Buyurun” der.
Aradığı kişiyi sorar. Yanlış kapıyı çaldığını anlar. Gencin simasındaki safiyet ve nuraniyet ve içeriden gelen “kamet sesi” ile buranın bir mescid olabileceğini düşünen köylü hem namazını kılmak hem de bir müddet soluklanmak için gençten müsaade ister. Genç kendisini içeriye davet eder.
Köylü abdestlidir. Hemen cemaate iştirak eder. Namazını kılıp soluklanmak için bir duvara sırtını yasladığı anda, telaşlı bir vaziyet olduğunu, kendisi gibi başkalarının da dışardan geldiğini fark eder.
Bir hayli cemaat toplanmıştır. Hepsi tahsilli, kültürlü. Kravat–mıravat hepsi tamam. Sinek kaydı tıraşları, jilet ütülü pantolonları derken fukara köylü, derviş külahı, geniş şalvarı, uzun sakalıyla, toplulukta acayip bir manzara meydana getirmiştir.
Bir ikisiyle hasbihal eder. Doktor olduklarını öğrenir. Eğrelti vaziyetini daha ziyade hisseder, belki de hissettirirler. “Belki de yersiz alınganlık yapıyorumdur.” diye düşünür. Emin olmak için yanındaki gencin kulağına eğilir;
“Evladım ben bir dini sohbet olacağı düşüncesiyle namazdan sonra bir müddet daha kalmak arzu ettim. Lakin dışarıdan gelenlerin giyimleri, kuşamları, konuşmaları, tarzları, meslekleri hep aynı. Acaba bu hususi bir toplantıydı da ben rahatsızlık mı verdim?” diye sorar.
Genç; “Bugün Doktor abilerimiz Risale-i Nur sohbeti yapacak. Yarın Mühendisler, sonraki gün Polisler, daha sonraki gün öğretmenlerin sohbeti olacak. Siz isterseniz esnaf abilerin sohbeti olduğu gün gelin.” der. Aslında “Esnaf değilseniz, o gün de gelmeyin.” demek ister.
Anadolu’nun toprağına sirayet etmiş ariflikten kendi payına düşen hisseyi ziyadesiyle almış olan köylümüz, “Esnafların sohbeti hangi gündür?” diye sormadığı gibi “Bu nasıl dini sohbettir ki aynı safta namaza duranı, birbirinden ayırır?” diye de sormaya cesaret edemez, belki de bu soruyu cevaplayamayacak durumdaki genci incitmek istemez. Kibarca müsaade ister ve aradığı adresi bulmak üzere yoluna devam eder….
Ve o gün o genç bilmez ki, giden ve incitilen sadece bir köylü değildir.
Giden ve incitilen; 1926’da canını vererek bu hizmeti başlatan köylü ruhu, köylü safiyeti ve köylü teslimiyetidir.
Giden ve incitilen; 900 sene evvelinden Abdulkadir Geylani Hazretlerince (r.h) Bediüzzaman’a talebe olacağı müjdelenmiş dört büyük zattan ümmî Kürt Bekir Ağa’dır….
Risale-i Nur Cemaatine Sızarak Çarşafı Görenek ve Adet Gösteren Anlayış
Gelelim müstetir bir hanımın yaşadıklarına;
Yeni taşındığı birkaç katlı apartmanın en alt kısmında haftanın bir iki günü hanımlar sohbeti olduğunu duyduğunda büyük bir sevince gark olur. İlk fırsatta sohbete iştirak eder. Derslerin Risale-i Nurdan yapılıyor olması onu daha ziyade mesrur eder.
Bir iki ders sonra hepsi mantolu olan hanımlar arasından birkaçı “Çarşafın toplumsal bir görenek ve adet olduğunu, günümüzün tesettürünün manto ve başörtüsü olması gerektiği” hususunda ileri geri laf eder.
Söz dönüp dolaşıp çarşaflı hanıma gelir. Kahramanımız Nurcu camia içerisinde çarşafa olan mesafeli yaklaşıma ilk kez şahit olmadığından, tenkitlere hazırlıklıdır.
“Ben tesettür denilince çarşaf anlıyorum.” demekle söze başlar ki ne başlar. Sonrasında tam bir hayat ve cihat dersi hükmündeki şu sözleri sarf eder;
“Hz. Üstad’ın ÇARŞAF tabirini kelime darlığından veya mantonun adını bilmediğinden dolayı kullandığını kabul etmiyorum.
Erkeğin başında sarık nasıl bir âlem, bir İslâm bayrağıdır, tüm gayr-ı müslim nizamlara ilan-ı harp etmenin adıdır. Aynen onun gibi, belki sarıklıları da yetiştiren mana ve ruh olması noktasından, kadının başındaki çarşafı da ondan daha ehemmiyetli bir alamet i farikadır.
Çarşaf; bu asrın şımarık beyaz maskesi üzerine vurulan iffet ve şehametin siyah damgasıdır. Mücessem haysiyettir her bir çarşaf. Zehraların, Sıddıkalar’ın, Sümeyyeler’in (r.a) tecessüm etmiş ruhu; bu asrın iffetsiz suratına Bilal-i Habeşi’nin (r.a) siyahlığından nasip olan mânâ ve maya siyahlığıdır, her bir çarşaf. İslâm kadınının kal’asıdır, siperidir çarşaf.
Hangi sebep vardır ki veya hangi hizmet endişesidir ki, o nazeninleri, kal’asını ve siperini terk eder bir tehlikeli vaziyete getirmeye mecbur etsin? Erkeklerin yıkmadıkları kal’a almadıkları siper kalmadı mı ki; bu hanımları kal’alarından, siperlerinden çıkarıp, bu şehvet kokan, taaffün etmiş erzel sokaklarda hücuma geçirelim?” der ve kendisini dinleyenlerin anlamsız bakışlarından aldığı mesajla, orayı bir an önce terk etmesi gerektiğini anlar ve kalkar.
O günden sonra da sohbete katılanlardan hiç kimse kendisini aramaz ve sormaz.
Misalleri çoğaltmak mümkün, lakin akla gelir ki bahsi geçen dönemdeki yanlış telakki ve tatbikler hep küsmeleri mi netice verdi?
Gönlü alınan, muhabbeti kazanılan hiçbir kesim olmadı mı? Elbette ki oldu…
Misalen, Kemalist kesimle ve seküler emperyalist anlayış ve yaşantı tarzıyla barışık vaziyet göstermekteki maharet (!) bu dönemde gerçekleştiği gibi Hristiyanlara cennetin kapılarını aralayacak derecede bir hoşgörü de bu “muallimsiz” dönemin bir mahsulüdür.
Hatta denilebilir ki; kendileriyle aynı görüşü paylaşmayan diğer tüm Müslüman camiayı küstürmeye bedel, bu iki kesimin muhabbet ve müsamahası tercih edilmiştir.
Velhasıl, başka birçok misaller de gösteriyor ki, Üstad döneminde Cami merkezli olan (toplumun her kesimini kuşatan) bir hareket, Üstad’ın vefatının ardından, beynelmilel bir sevdaya ve edaya bürünmüştür. Bu sevda uğrunda en evvel kendi mesleğinin hasları, erkanları, rükünleri, sahipleri, usulleri, esasları, akabinde müspet unsuriyetin ve aidiyetin sınırları, en nihayetinde de sıla-i rahim hassasiyeti ayak dibi edilmiştir.