Aczmendi'nin İlk Yıllarına Ait Birkaç Mektup

17 Ekim 1988 Tarihli Mektup

Kardaşım;

……………..

Bütün vücudumuzla göz yaşı kesilsek de kocaman cihan-şümul Risale-i Nur davasının, zekavet-i betra ashabının (ki, bunlar nam-ı meşhurlarıyla ağalardır) idraksiz idraklarındaki dar dehlizlerde çürüyen haline ağlasak yine az gelir.

Yirmi sekiz sene bitti, yirmi dokuzuncu seneye giriyor… İslam’ın amansız düşmanı İngiliz ruh-u habisinin tezgahında işlenip sadık ahmak tabirine tam liyakatli hizmet ehli(!) ağaların eliyle mevki-i tatbike konulan mason tuzaklarının, Risale-i Nur’u kıskıvrak yakaladığı günden bugüne kadar tam yirmi sekiz sene geçti…

Siz, biz, öbürü Risale-i Nur’u okuduğumuz gün, o nazenin nazdar Bediüzzaman’ın gülü, demir parmaklıkların arasında idi. Ve bizler Risale-i Nur’un hakiki halini o vaziyetten ibaret zannettik. Halen haçlı hıncının zindanlarında hapiste olup anahtarları ağaların elinde olan, kontrollü faaliyetlerimize, hizmet namını vererek kendi kendimizi aldatmakta berdevamız. Her neyse… Gözyaşı, gözyaşı… Amma hiç kesilmeden… İşte şimdinin hakiki hizmeti…

Gelelim müşküllerinize. Kardaşım binler defa haşa ki biz müşkül halledebilelim. Bunu siz de bilirsiniz. Fakat bildiğimizi, ‘nihai mana budur’ iddiası olmadan söylemekte mecburiyet görüyoruz. Evvela sizi telefonla arayıp Envar Şualar’ının 278. sahifesindeki birinci mektubu okumanızı tavsiye meselesi üzerinde duralım:

  • Telefonda sormanıza rağmen kendisini size tanıtmaması samimiyetten uzak bir haldir. Tabi bu haliyle o zat kendisini Risale-i Nur talebesi ve sizi de ikaza muhtaç birisi olarak görmektedir.
  • Bu mektubu okumanızı tavsiyesinden anlaşılan odur ki, siz ahiretinizi düşünen, enfüsi yaralarınızın tedavisine çalışan, ala’takatil-imkan sünnet-i seniyeyi yaşamakta nefsini ıslah etmeye çalışan birisi olma-nızdan, bu hallerinizin, Risale-i Nur talebeliğinde değil eski münzevi zat-larda bulunduğunu iş’ar etmek istiyor. İşi çok kaba hatlarıyla ele alalım:
  • Bu Şualar’daki mektubun muhatabları 1944 firavunluk devrinin işkenceli Denizli Hapishanesi’ndeki zatlardır. Rutubetli, kenef kokulu ölüm dehlizlerindekilerine Risale-i Nur Talebeleri denilirse, Ankara’nın kaloriferli dairesinden size telefon eden beğin adı acaba ne olmak lazımdır?
  • Acaba Hazret-i Üstadımızca makbul görülüp Risale-i Nur Talebeliği ünvanıyla taltif edilen hapishanedeki erkanların mezkur hayat tarzları sizin inziva ağırlıklı hayatınıza mı çok benziyor? Yoksa telefon eden beğin milleti irşad(!) etmek için cariye panayırlarını andıran sokaklardaki gezmesine mi çok benziyor?
  • Hayat-ı içtimaiyenin günahlarından kurtulmak ve ahiretine ciddi çalışmak için hapishanenin çok elverişli olduğu söyleniyor o mektupta, kıyas ile denilir ki, veya hapis-misal hayat-ı içtimaiyeyi terk etmekle… Amma diyeceksin ki ya mürşidliği ne yapacağız… Ha o mesele ayrı…

Ne diyelim beş-altı tane ağa, kendilerini mürşid olarak kabul ettirmek için iki gün Risaleyi okuyanın mürşid olduğunu ilan ettiler. Tabi, herkes mürşid olunca esas mürşid olan ağalar evlerinden çıkamaz oldular… Neyse bu mektup üzerinde sözün yeri çoktur. Bu kadarla yetinelim…

İrtibat kalbidir. Muhabbetin yeri kalptir. Fena aynî değil fikrîdir. Mübtedinin ve mutavassıtın sohbetten mahrumiyetine cevaz verilemez. Herkes olduğu yerde birbirimize dua edelim denilmesi Allahu a’lem şundandır:

Evvela: Yolculuğun maddi külfeti sebebiyle.

Saniyen: Herkesin gel gel deyip mürşidlik nöbetine tutulduğu bir zamanda fiili ders vermek.

Salisen: Ne kadar gidilse de yine ayrılık zamanının visale nisbeten çok olacağından dolayı, o ayrılık zamanındaki hareket tarzını talim etmek. Yani hiç hatırdan çıkarmamak. Bilhass Cevşen ve Evrad-ı Kudsiye gibi cami’ dualarla gıyabi dua etmek.

Musafaha: Örf-i nasdaki manası malumdur. Istılahta ise intisabın bir şeklidir ki, bu mana murad olabilir.

Kardaşım davamızda hürriyete kavuşanların ilklerinden olmakla haliniz şükre muciptir. Her işte ilklere düşen, gayet dikkat ve teennidir. Tehevvür ve heyecan sun’i bir aydınlanma meydana getirse de ömürsüz olur.

Bu başı sonu belirsiz satırları mektup diye yazdık, nazar-ı müsamaha ile bakacağınızı ümit ediyorum.

Fiemanillah….            

Müslim Gündüz

17 Ekim 1988 

1986-1987 Yıllarına Ait Mektup

Muhterem Kardaşım;

Mektubunuz ulaştı. Allaha hadsiz hamdüsenalar ediyoruz. Risale-i Nurların içerisinde cereyan eden esas-ı takva, esas-ı velayet ve esasat-ı sünnet-i seniye gibi ince meselelerin kapısını aralayacak kardeşleri Rabbim bu daireye nasib etmiştir.

Kardaşım ben de sizin kanaatinizi paylaşarak diyorum ki; bu asır insanlarının hayat-ı kalbiyeye, hayat-ı ruhiyeye ve daha ileri kademelere inkişafları için lazım olan esasları Risale-i Nurlar halletmişlerdir. Ayrıca şahsî ve içtimaî ne kadar dert ve bela varsa hepsini halledecek anahtarları cami’ olduğu kanaatindeyim.

Bu Risalelerde tezahür eden bir yüksek velayet tezahürüdür ki; bir mesele, muhatabın kabiliyetine, kemalatına ve hangi dairede istihdam edilecekse o dairenin ihtiyacına göre inkişaf ediyor. Devreler itibarıyla inkişafını da buna dahil edebiliriz. Hulasa ağleb dertlerin devası vardır, yeterki istidat almaya müsait ola ve kendi anlayışına Risaleleri adepte etmeye çalışmak gibi bir inadın içerisine düşülmemiş ola…(Bir meseleye inad ile girene nasihat tesir etmez.)

Malumlarınızdır ki büyük zevat-ı kiramın kendi mertebelerine has fedakarlık, feragat ve hallerini belirten yüksek kelamlarını; o halde olmayanın taklit yollu söylemesi mesuliyeti mucibtir. Mesela: Hazret-i Sıddık’ın (ra): ‘Yarab vücudumu Cehennemde öyle büyüt ki, ümmet-i Muhammed’den; başka kimsenin girmesine yer kalmasın’ buyurduğu gibi. Bir kimse o yüksek hale yetişmeden taklit yollu bu sözü söyleyemez. Söylese mesul olur.

Mesela: Sultan-ül Arifin Beyazid-i Bistami (rh) “Ben Sübhanım, şanım ne kadar yücedir” demesi taklid yollu söylenemez, mesuliyeti vardır. İşte Haz-ret-i Üstad’ın (ra) biz biçarelere olan azim şefkatinden dolayı o mübarek kelamı emretmiştir. Fakat dikkat etmeli ki, o sözü söyleyen Hazret-i Üstad cenneti, cehennemi ve ahval-i ahireti hakk-al yakin olarak biliyordu. Cehenneme razıyım derken cehennem azabının ne olduğunu hakk-al yakin biliyordu.

Hakk-al yakin, lugattaki ateşle dumanıyla falan anlaşılan mertebe değildir. ‘Sen ateşin içine girip yanarak ateşe inkılab etmedikçe ateşi ayn-el yakin bilemezsin.’ Bu ayn-el yakin, hakk-al yakinin ne olduğunu kıyas et…

Bekara kadın boşamak kolaydır derler. Taklit yollu Hazret-i Üstad’ın bu ‘Cenneti de istememek…’ mübarek kelamlarını söyleyenlere bakıyorsun, daha ana hatlarıyla farzlar dahi kendilerinde görülmüyor. Hulasa bizim gibi adamlara söylenecek söz şudur: Bu boyundan büyük lafları bırak da, o şiddetli cehennemden kendini kurtarmaya çalış. Allah cümlemizi halas ede. Amin.

Meselelerinize aklımın erdiği kadar cevaplar vereyim. İsabet olursa Allah’tandır. Yanlış olursa nefistendir.

Birinci Mesele: Bu ibare Risale-i Nurdan mülhemdir. “Ne kadar az da olsalar bir ordu kadar kıymetli ve kuvvetlidirler…”, “İşimizde iş gören kuvve-i kudsiyyedir. Adet çokluğu değildir.”, “Cemaatte vahid-i sahih olmazsa cem’ ve zam kesir darbı gibi küçültür.” Hamle gücü adet çokluğu ile ma’kusen mütenasibtir. Bedir Harbiyle Huneyn Muharebesi bunun en güzel misalidir. Ayrıca kayda değer bir husus var ki; bir işin başındaki zat kutb-u a’zam olursa (ra) baha değil bahane kafidir…

İkinci Mesele: ‘Bir üstadlık Üstad’a mahsustur’. Allahu a’lem açılan çığır sondur, başka çığır açılmayacaktır. Onun için bu çığırın müsebbibi olan Üstad (ra) da bir üstad olacak ve üstadlık ona mahsus kalacak.

Hubb-u cah meselesi açıktır. İzaha lüzum görmüyorum. Ortadaki keşmekeşin ana maddesi budur. İki kitap okuyan veya bir yerden bir yere taşıyan, kendini kutb-u irşad veya hizmette üstad mevkiine koydu…

‘Birbirinin meziyeti ile iftihar etmek’: Mübtedi imanın nuruyla kamili tanır, tam teslimiyetin lazım-ı maalfarıkı olarak o zatın her şeyi ile itminan-ı kalb ile iftihar eder…

Kamil ise, rabıta ehlinin samimi olan meziyetlerini müşahede eder ve onlarla iftihar eder. Çünkü kendisini herkesin madununda görmek hissi onlara Allah vergisidir.

Bir fabrikada…. Bir vücudun…. İştirak edenlerden…. Bu tabirler açıktır. İmtizaçkarane  ittihad olmazsa ‘bir’ olunmaz ve fabrika da dağılır. İmtizaçkarane yani tefani yani kimyevî hal değişimi. Bir kimse kendisini arasa bulamaya. Yandıktan sonra, ocakta, odun kendisini aradığı zaman bulamadığı gibi… Tahakküm ağalıktan gelir, o olmamalı. Gıbta ehli kendini görmektedir demektir. Yani fena olmayınca bu hastalıklar nükseder. Sudaki süt, sütteki su hangisi hangisini kıskanabilir. Hangisi hangisine gıpta edebilir ve tahakküm edebilir. Ayrılıkları yok ki…

“Kulda ihlas ihsan makamında başlar.”: Nefsin ameli mutmainnede sıhhate kavuşabilir. İhlaslı söz edebilmek her kendini bilmezin işi değildir. Kul ihsan makamının dûnunda ve mutmainnenin aşağısında ise emri nefsanidir, tavrı ağalıktır…         

Fena-fil-Üstad: Allahu a’lem fena-firrisaledir. ‘Ahlak-ı Resul, ahlak-ı Kur’an’dır’ misali gibi kamil bir ihvan bulup onun gözüyle Risaleye bakmayan Risaleyi anlayamaz. Dolayısıyla Risaleyi her şeyi ile tasdik edemez. Tam teslim olmazsa tam istifade edemez. Fenafilihvan bu itibarla fenafilüstad veya fenafirrisale demektir. Bu kemalat tekevvün etmeden fenafirresul olunamaz. Fenafirresul olmazsa fenafillah olamaz. İman taklitte kalır. Aklının bildiklerini kalbinin malı zanneder…

Kardaşım, yukarıda bahsi geçti. İnsan kamil bulup onun gözü ile Risalelerden ders alınmazsa Risaleler anlaşılamaz, anlaşılamayınca teslim olunamaz, teslim olunmayınca Risalenin her dediği endişesiz kabul edilemez.

Bir amir amiriyetini saklarsa müessesesinde disiplini nasıl sağlar? Hazret-i Üstad ben imamım diyor, ben müceddidim diyor. Fakat ben mehdiyim demiyor. Biz Hazret-i Üstad’ın (RA) imamlığından, müceddidliğinden ne kadarını anladık ki, bize az geldi de bir de mehdiyet yakıştırmaya çalışıyoruz.   

Hazret-i Mehdi (ra), Hilafet-i Muhammediye ünvanıyla şeriatı icra ve tatbik edecek. Kendisi bizzat İslam halifesi olacak. 5 veya 7 veya 9 sene halifelik yapacak. Hazret-i Üstad bunu yaptı mı?

Risale-i Nurlardan eksik bırakılan yerleri yazıp tamamlayacak. 29. Sözün 2. Makamı gibi, İhtiyarlar Lem’ası gibi 9. Şua gibi, Sure-i Rahman gibi, 5. 6. Lem’alar gibi …. Bunu yaptı mı?

Dünya ittihad-ı İslam davasını tahakkuk ettirecek. Oldu mu?

Zulüm ile dolu olan yeryüzü adaletle doldu mu? Miras nasıl pay ediliyor? Hırsız nasıl yargılanıyor? Mektepler fuhuş yuvası olmaktan kurtuldu mu? Sokaklar, daireler, evler, ses kutuları, resim ekranları, ezan sesleri ile mi  inliyor, yoksa dans balo havasında mı devam ediyor… Her neyse. Bir hakikata hem de bu derece açık bir hakikata karşı inat etmek doğrusu insanlık sıfatı değildir.

Rejim-i bid’akaraneyi öldürüp dağıtacak. Yaptı mı? Her neyse…

Hazret-i Üstad’ın yaptığı hizmet 3-4 derece sonraki hizmetlerden daha kıymetlidir, 20 derece değil. Risale ile kanaat etmeli. Kendi kanaatı ile değil. Bir meseleye Risale-i Nurlar açıklık getirmişse doğru olan odur…

Üçüncü Mesele: Fakire göre duanın en makbülü ezberleneni değil kalbten çıkanıdır. İçinizden nasıl geliyorsa öyle dua etmeniz bence daha iyidir. Niyetin küllîliği ölçülü olandan iyidir.

…..           

Mehdi (AS) cemaatine teveccüh sırrı ile istediğini yaptırabilir. Hazret-i Üstad’ın Hulusi’ye sual sordurduğu gibi, Hüsrev’e mucizeli Kur’an’ı yazdırdığı gibi, Abdülmecid’e Mesnevi-i Nuriye’yi tercüme ettirdiği gibi… Amma Arapça öğrenmeye çalışmak daima iyidir. O başka mesele.

Beşinci Mesele: Peder ve validenin haram yedirmesiyle evladın serkeş olması daima değildir. Aksi de böyle… O halde ezelde kayıtlı olan zuhura geliyor. Habil de Kabil de peygamber çocuklarıydı.        

Mektubunuzun son kısmına Risale ile cevap verelim. “Vazifesi hizmetkarlık ve tabiatı çocukluk olanlar, büyük rütbeye girmekle tekebbür eder. Tekebbür etmekle tenasübünü bozup muaşereti teşviş eder. (Muhakemat)      

Levi levlayı bırakmalı. Güzel olan Allah’ın takdirindedir.

Binler selam ve hürmetler…

Müslim Gündüz

1986-87

1988-1989 Yıllarına Ait Mektup

Aziz Muhterem Kardaşım…

Rabbim, yariniz ve yolunuzda muininiz olsun ki; o yol Allah’ın Habibine (asım) benzemek yoludur. Yüz şehidin ecri kolay değil. Bülbül-ü Şeyda gibi Sünnet-i Seniyyenin güzelliklerini sayıp dökmekle iş bitmiyor. Bu güzellikleri ef’al ile de göstermek lazım geliyor. Belagat-ı eda mukavemetsuzdur. Bu Muhammedi ok Bediüzzaman’ın (ra) yayından hedefine doğru yola çıkmıştır. İsabet edeceği kesindir. Ufacık parmaklarıyla su taşıyan karıncaya rahmet. “Bir Said değil bin Said feda olsun…” demiş. Ne mutlu bu sırdan hissesi ziyade olana…

Saniyen: Zikir Risale-i Nurlarda muhkemat nevinden olarak emredilmektedir. Terki mesleğin esasına zarar getirir. Fena sırrı buna bağlıdır. “Ben” değil “Biz” demenin yegane çaresidir. “Ben değil ‘Biz’ değiniz…” ve emsali mübarek sözleri ezberledikçe enaniyet kuvvet bulur. Bu ene mikrobu Allah Allah zikrinin şua ve hararetiyle ancak öldürülebilir. Şua ve hararet tabirlerinden ne anlayacağız diye Hulusi Efendi Hazretlerine (ks) sordum.

“Hareketten hararet hasıl olur” buyurdu. Ben bu sözden cehri zikir manasını anladım.

İkinci olarak; Hz. Üstad’dan bahis buyururken: Onun namazların sonundaki kelime-i tevhidi cehrî yaptığını ve her on tevhidde bir defa: “Ey la Halıka illa Hu!” veya “La Razıka illa Hu!” dediğini müteaddit defalar dinledim.

Üçüncü olarak, tabiat tağutlarını tar’u’mar etmek, yani felsefe-i tabiyyenin, yani; fizik, kimya, matematik, tıp vs. ilimlerin istilasını berheva etmek için cehri zikrin tercihi emrediliyor.

Dördüncüsü, bu gaflet zamanında tevhidin ilanı ancak cehrî hareket ve cehrî zikirle mümkündür. Bu husus Risaleler’de mezkurdur.

Beşincisi, Lemaat’ta yanılmıyorsam aşıkîn ve arifîn muvazenesinde zikrin tarzı tam vuzuhu ile tarif buyrulmuştur…

Akşam ile yatsı arası tesbihatımız tam bir Hatme-i Aczmendi’dir. Cehri zikirlerimiz de tam bir zikr-i cehr-i Aczmendi’dir. Şimdiye kadar gelen tarikatların ilmi tasavvuf olmuştur. Aczmendi tarikatının ilmi ise hakikattır. Seyr-i Süluk hareket-i ilmiyeden ibarettir. Beşere ilim-i tasavvufa müracaat etmeden hakikat ilmini ihsan edip insan olmanın üç istasyonundan ikincisinde bizi harekete başlatan Rabbimize hamdü senalar olsun. Tarikat-Hakikat-Şeriat birbirinin devamı ve lazım-ı maalfarıkıdır.

Tarikat zikir ağırlıklı, hakikat huzur ağırlıklı, şeriat ise zatta seyirdir.

 Velayet-i Suğra            Velayet-i Vusta       Velayet-i Kübra

 Esma                               Sıfat                           Zat

Tasavvuf’un emri          Hakikat’ın emri       Şeriat’ın Emri

Herkes                            Müntehablar            Vazifeliler

Yola gidenler                Mesafe alanlar         Yol açanlar

 

Muhterem kardaşım;

Mekke’nin fethinden sonra iman edenlere de sahabi denilir. Fakat o imkan elde iken muhacirinden olmamaya acınmaz mı? Evet bir gün gelecek bu Fransız mosturası pantollar, kıravatlar bilmem ne belalar parçalanıp çöp bidonlarına atılıp ve köre benzeyenlerin yerlerini Fahr-i Cihan’a benzeyenler alacaktır. Fakat bu işin ilklerinden olmak varken geri kalana acınmaz mı? Geri kalmak hatadır…

Alnından öpülür o insanın ki; bütün beşer sapar böyle giderse, o, rah-ı cananda feday-ı can eder de o şaşkınlara iltihak etmez.

Sevgilinin yoluna verilmeyen cana can mı denilir? Suçu neydi Bediüzzaman’ın ki ona yar ve yarenlik terk edildi de masonun hayat tarzına canlar feda edildi?

Mecnun’a sordular Leyla’nın saadet hanesini

Çak etti siğnesin gösterdi dıl-ı viranesin

Yazıklar olsun o dıla ki; çak edildiğinde; içinden şeflik, müdürlük, mühendislik, doktorluk çıka ve mazereti de İslam’a hizmet etmek için ola. Dilbazlıkta Bediüzzaman’ın mağlup edilemez hayranı, yaşayışında tam bir mason. İşte bir Nur filozofunun en kısa tarifi. Neyse, kalem peş peşe gelen ve gittikçe sertleşen kelamlara yetişemez oldu. Bu kadar yetsin. Söz uzanır ger kalanın der isem. Hacı Vahidettin Efendiye selam ve Said Efendi’ye selam ve hürmetlerimi arz ediyorum.

Hüseyin Efendi’ye ve arzu ettiklerinize selamlarımı söyleyiniz. Rabbim cümlemizi sırat-ı müstakimden ayırmasın Amin. Rabbim; Habibinin asistanlarını felsefenin asistanlarına karşı mağlup etmesin, hepimizin yardımcısı olsun. Amin.

Müslim Gündüz

1988-89

1986-1987 Yıllarına Ait Başka Bir Mektup

Aziz ve Muhterem Kardaşım,

Mektubunuz, bildiğimiz, garazsız ivazsız, sade, berrak, isabetli ve inşaallah fıtri ihlaslı Ömer’imizin fikirlerini havi olarak geldi. Hasretimizi bir derece olsun giderdi. Cenab-ı Hak bizleri ve sizleri Cenab-ı Mustafa’nın (a.s.m) yolundan ve izinden ayırmasın. İfrat ve tefrit zulmetlerinde ömrümüzü heder etmesin. Amin!

Kardaşım, mektubunuzda iki husus dikkatimizi çekti:

  1. Risale-i Nurlar’da Hazreti Mehdi (ra) hakkında bu kadar açık tahşidat bulunduğu halde ve Risale-i Nur talebeleri de ehl-i hak oldukları halde bu hakikatı niçin olduğu gibi kabul etmiyorlar?
  2. Bir kısım Nur Talebeleri de diyorlar ki: “Hazreti Üstad’ın (ra) Mehdi olmadığını söylersek, birçokları fütura düşüp me’yus olurlar. Hem Hazreti Üstad ahirette bizden davacı olup demez mi ki; bende ne noksanlık gördünüz de benim Mehdi olmadığımı ısrarla telkin ediyordunuz?

Kardaşım, binlerce yazık ki, kıymetli suallerinizi kendilerine arz edip cevap alacağımız bir Hacı Hulusi (ks) Ağabeyimiz artık aramızda ve başımızda yok. Bizim ise haddimize düşmemiş ki başımızdan büyük işlere kalkışalım. Bununla beraber kendimize ait fikirlerimizi söylemekle herhalde yanlış bir iş yapmamış oluruz. İsabetli görürseniz, şüphesiz ilham eden Allah’tır(cc). Kusurlu görürseniz kusur nefsimize aittir.

Birinci sualiniz hakkında kanaatim şudur: (1944 tarihinden evvelki tasdikat sahibi ve erkan olan zatların ayaklarını öper onları her türlü mülahazanın dışında tutarız.) Hazreti Üstad’dan (ra) maada bir Mehdi(ra) gelmeyeceğini söyleyen Nur Talebeleri’ni üç ana grup halinde görmekteyim:

  1. Gayet saf, berrak, dünyadan habersiz denecek kadar bigane, manay-ı ismiyle Risalelere sarılmış hayalinde hedef-medef olmayan samimi bir grup. Bunların üzerinde durmaya lüzum yok.
  2. Hayalinde hedef var. Risalelerin istihdaf ettiği harfleri anlıyor ve seçiyor. Fakat Risale-i Nur’daki fena’fil ihvan meselesini anlayamadığından nefsi, emmarelikten kurtulup terakki edemiyor. Kendini görüyor, kendini beğeniyor, kendinden yüksek kimseyi görmüyor. Bir şey olmak lazım gelse gerek kendisi ola… Halbuki vicdanıyla baş başa kaldığı zaman görüyor ki, kendisi nerede bu muazzam vazife nerede? Kendisinden ileri kimseyi kabul etmediğinden bizzarure gördüğünün ve bidiğinin aksine olarak “Mehdi, Hazreti Üstad’dan ibarettir” deyip, hakkı perdelemeye çalışıyor. Zira “Tezkiyesiz, nefsi emmaresi bulunmak şartıyla kendi nefsini beğenen ve seven adam, başkasını sevemez.” kanunu malumdur. “Ben nefsimi tezkiye ettim.” diyen varsa, beri gelsin de sözünü dinleyelim. Bu gruptaki kardaşlarımızın hakkı teslim etmeleri için fena’fil ihvan sırrını anlamaları lazımdır. Ki bu: İhlasa girmenin ilk basamağıdır. Cenab-ı Hak bizlere hakkı hak olarak gösterip kabul ettirsin. Amin!.. Falancayı falancayı takliden konuşanlar bahsimizden hariçtir.
  3. Bu grup hakkında mektupla konuşmak olmaz. Ancak vica’..

Yeri gelmişken bir hatıramızı nakledelim:

Bundan dört-beş sene evvel dükkânda oturuyorum. Telefon çaldı, aldım. Sizlerin de tanıdığı bir kardaşımız telefon ediyor. Hal-hatır sorduktan sonra maksadını açıkladı. Bana dedi ki: “Sen her zaman Hacı Bey’in (Hulusi Efendi (ks)) yanında bulunuyorsun. Hacı Bey’in Hazreti Mehdi (ra) hakkındaki fikri nedir? “

Bu arkadaş Elaziz’de idi. Fakat sohbetlere pek gelmiyordu. Ben de kendisine Hacı Bey’in evini tarif ettim. Ve gittiği taktirde kendisini kabul edip konuşacağını söyledim. Ne kadar ısrar ettiyse de Hacı Bey’den mevzu ile alakalı dinlediklerimi söylemedim. O arkadaş da yanına birkaç daha alıp Hacı Bey’in (ra) yanına gidiyorlar. Hacı Hulisi Efendi (ks) kendilerini dinledikten sonra onlara diyor ki: “Siz okuma yazma biliyor musunuz? (Evet diyorlar.) Peki okuduğunuzu anlayabiliyor musunuz? (Evet diyorlar.) O halde neyi soruyorsunuz? Bu yazılanlar işarî değil, remzî değil ki size tevil edeyim. İsterseniz bana bir kalem verin, Risale-i Nurdaki Mehdi gelecek diye yazan yerleri çizip Mehdi gelmeyecek diye yazayım, ne dersiniz? diyor.

Onlar da alabildilerse derslerini alıp gidiyorlar.

Biliyorsunuz Hacı Bey Hazretleri bu meselede gayet açık ve kesin konuşurlardı. “Ümmet-i Muhammed’in beklediği büyük Mehdi (ra) daha çıkmadı.” derdi. Bunu siz de muhakkak dinlemişsinizdir.

Gelelim ikinci meseledeki kanaatimize; görünen o ki, bir nazar-ı cerbeze ile karşı karşıyayız. Şimdi birisi var, Ümmet-i Muhammed’e diyor ki: “Ümmet-i Muhammed! Hazreti Bediüzzaman allame-i cihan, ferd-i ferid-i devran olan zat (ra) vefat etmekle her şey bitmedi. O zat öyle bir zattı ki, Mehdi (ra) onun talebelerinden yalnız birisidir. Davası devam ediyor. Her söylediği doğrudur. Ümitsiz bir okuyuşla onun risalelerini Hıristiyan ruhanileri gibi dünya ile alakaları kesilmiş, hayat ve yaşama enerjisini tamamen kaybetmiş, sadece ahirete cennetlik adam yetiştiren(!) bir eser olarak okumayınız. Kendisi bir programını yaptığı uzun yolun üç bölümünden en uzun kısmını (en mühim kısmını) ikmal ederek gitti. Geriye kalan diğer iki merhale de Allah’ın izni ile mutlaka kat’edilecektir. Meğer ki kıyamet kopa. O halde ümitle, şevkle himmetinizi yüksek tutarak vazifenize devam ediniz.” diyor ve hedef göste-riyor.

Acaba bu mu ümitleri kırıyor, yoksa “Her şey Üstad’dı, geldi ve gitti, artık ne yapabilirsen kârdır.” deyip, hedefi köreltip insanları fasid bir çıkmazın içine sokanlar mı ümitleri kırıyorlar? Kıyas edilsin.

Birisi Bismillah deyip, işi kaldığı yerden alıp devam ettirmenin telkinini yapıyor. Diğeri “Üstad gitti, yol bitti. Ahiretten başka menzilimiz kalmadı…” Hedefsiz bir tükeniş telkini yapıyor. Acaba hangisi ümitleri kırıyor. Bu bir..!

İkinci husus ki; “Biz hizmet ediyoruz diyen bir grup, Hazreti Üstad’ın  Mehdi (ra) olmadığını anlarsa kendilerine fütur gelir. “Ben Mehdi olmayanın ardından girmem. Hazreti Üstad’ı tenzil etmeyelim…!” diyenlere gelince.

Evvela: Hazreti Üstad’ın (ra) kendisine verilen kendisine kafidir. Falanın filanın yakıştırmalarına, mübalağalarına hiç ihtiyaç yoktur. Biliyorsunuz ki; medihte mübalağa zemm’i zımmidir. Esasen Hazreti Üstad bu suretle tenkis edilmiş olur. Yoksa kendilerinde olmayanın bilinmesiyle o zat (ra) tenkısa uğramaz. Çünkü Üstad’ımız (R.A) kendilerinde bulunan meziyetleriyle Bediüz-zaman vasfını kazanmışlardır. Bulunmayanlarla, yani vasıfları bil’istihkaktır.

Yüzbin defa tenzih ederiz o zatı ki, mübalağalarla alemi dolduran bir şöhrete kavuşmuş olsun… Hakikati olduğu gibi görmekten zarar tevehhüm etmek, Risale-i Nur talebelerine yakışmaz vesselam. Hazreti Üstadımız’ın (ra) sinnen büyük kardeşi Abdullah (ks) ile olan malum muhaveresi Risalelerde yazılıdır. Bu mesele için onun anlaşılması kafidir. Amma ben Mehdi olmayanın ardından gitmem diyene söylenecek söz şudur: Allah (cc) bize de o kardaşımıza da Risaleleri anlamayı nasip etsin. Amin.

Peki, “Ahiret’te Üstad bizden şikayet etmez mi?” Burada Hacı Bey’imizin (ks) sohbetinde dinlediğim Harput’ta geçmiş bir hadiseyi hatırladım. Şöyle ki:

Büyük Beyzade Efendi (ks) zamanında Memo namıyla bir meczup varmış ki daima üryan gezermiş. Yalnız Beyzade’yi gördüğünde kaçar saklanır-mış. Bir gün nasılsa tam karşı karşıya gelmişler. Memo kaçamamış. Beyzade (ra) elindeki asayla Memo’ya bir kaç tane aşketmiş ve “Bir daha seni böyle çıplak görmeyeceğim” demiş. O gece Hazreti Fahr-i Kainat (asm) Efendimiz Beyzade Hazretleri’nin rüyalarına teşrif buyurmuşlar. (Resulullahın kendisine hitaben: “Bir daha benim Memo’ma karışma” diye emir buyurmaları üzerine) Hazreti Beyzade de Kur’an’ı Kerim’i eline alıp “Ya Resulallah ya bu kitabın ahkamını kaldır veyahut Memo’na bir don giydir.” diye naz ile maruzatta bulunmuş. Öylece uyanmış. Hazret yatağından kalkıp namaz kılmaya giderken bakmış Memo gayet beyaz bir don giymiş karşıdan geliyor. Yanına gelince Memo’ya demiş: “Giymeseydin ya!” Memo’da demiş “Sen de Resulullah’a cevap verseydin ya!” 

Bu hikayede geçtiği gibi, Ahiret’te Üstad’ımızın kitabını Üstad’a gösterip “Üstadım biz sizin her sözünüzü baş ile göz üstüne hilafsız aynen kabul ettik. Her sözünüz doğrudur. Kitabını okuduk ve aynen amel ettik.” desek acaba Hazreti Üstad bize ne der? “Hayır! Siz yalan da olsa muhayyel de olsa, hatır için de olsa, eserlerime muhalif de olsa bana Mehdi demeliydiniz mi?” diyecek.

Hazreti Üstad’ın (ra) şanı böyle bir şey kabul eder mi?

Müslim Gündüz

1986-87

Yorum bırakın

Scroll to Top