Atanızın Dinini Terk mi Ediyorsunuz?
(Abdulmetin Sayın)
Yıl: 1994-1995
Vilayetten vilayete, dergahtan dergaha, hizmetten hizmete koşturuluyoruz. Yıl içerisinde ancak 1-2 gün ailemizi ziyaret edebiliyoruz.
Ailemi ziyaret ettiğim günlerden bir gündü. Sonraki gün ayrılık vardı. Annemi hazırlamalıydım. Babamı demiyorum… Zira o “gitme” dediğinde dinlemeyeceğimi bildiğinden, kendini de beni de bu duruma düşürmeyecek kadar kalender ve kendini dinlemeyen bir evladı olduğunun kahrıyla, sanki de yokmuşum gibi davranacak kadar acı ve özlemini içine çoktan gömmüştü.
Annemin çok sonraları anlattığı kadarıyla geceleri yatağından ismimi haykırarak fırlıyormuş. Üniversite otobüsünü gördüğünde gözleri doluyormuş.
Hiç unutmuyorum, uzun müddet benden haber alamadıkları bir dönemde, amcam Elazığ E Tipi cezaevinde olduğumu öğreniyor. İlk anda Babama nerede olduğumu söyleyemiyor. “Abi gel seni Metin’e götüreceğim” diyor. Babam ne ile karşılaşacağını bilmediği gibi sormaya da cesaret edemiyor. Belki bir hastane odası, belki bir morg, belki de bilip tanımadığı bir toprak parçasına dikilmiş bir mezar taşı… Her ihtimale hazır bir dirayet göstermeye kendisini mecbur biliyor. Zira şu Anadolu insanı öylesi yüksek bir fedakarlık seviyesindedir ki, başkalarına “Bak hele anasını babasını ne hale düşürdü” dedirmemek için, evladının ona yaşattığı acıyı bağrının en derin köşesine gömer; içi kan ağlasa da, başkasının yanında gözünden bir tek damla yaş akıtmazdı.
“Görüşün var” dediler. Gittim. Karanlık görüş mahalindeki küçük pencereye eğildim. Babam beni görünce; “Metin…” dedi, gerisini getiremedi. Görüş müddetince sadece ağladı, ağladı, ağladı… O güne kadar içine gömüp, herkesten gizlediği tüm göz yaşlarını bizi ayıran duvarların ardına bırakıp, gardiyanın “Ziyaret bitti!” telkinini ikiletmeden, ayrıldı.
Allah şahit ki kolay imtihan değildi ailelerimizin yaşadığı…
Aslında her Anadolu insanı gibi “Allah yoluna can kurban!” diyecek inançlı insanlardı anne ve babam. Hatta ortaokul yıllarımda köyümüze nere-den geldiği meçhul sarıklı cübbeli üç zatın; “Köydeki çocuklardan müsait olanları medreselerine götürme” tekliflerini, babam (benim adıma) memnuni-yetle kabul etmişti. Fakat adamlar okul notlarım iyi diye ‘Bunu okut amca.’ demişlerdi. Beni götürmemişlerdi.
Anlayacağınız, birçok Aczmendi ailesi gibi benim ailem için de Allah yoluna bir İsmail feda etmek ağır değildi. Lakin sözlerine itibar ettikleri alim zatlar; “Aczmendi diye bir tarikat yoktur” diyorlardı. Onlar da tahsillerimizi yarım bırakmakla dünyamızı yıktığımızdan çok, ahiretimizin de tehlikede olduğunu düşünüp, hizmete muhalif duruyorlardı. Bizler ise “Onları en az incitecek bir usul çerçevesinde” yolumuza devam etmek durumundaydık. Her neyse… Babamın içinde bulunduğu durumdan bahsedeyim derken, asıl anlatmak istediğim konudan hayli uzaklaştım.
Hasılı bu duygu ve düşünceler içerisinde “Anne, nasipse sabah gideceğim” dedim. Bu sözümün “İzin istemek manasından olmadığını, onları vedalaşmaya hazırlamak manasında olduğunu” annem çok iyi biliyordu. Zira aynı acı sahneyi daha önce de yaşamıştı.
Her ana gibi, dilinden değil ta ciğerinin derinliklerinden mana yüklü birçok kelam sarf etti. Yüreğim burkuldu. Bir an için “Birkaç gün daha mı kalsam?” düşüncesine kapılmıştım ki, beni sarsıp kendime getiren şu cümleyle konuşmasını bitirdi.
“Oğlum, atanızın dinini terk mi ediyorsunuz?”
Suphanallah… Birden Sahabe Efendilerimiz hatırıma geldi. Onlar da aynı suale muhatap olmuşlardı. Kaldı ki, annem bu sözü söyleyecek birikime sahip birisi de değildi. Adeta söylememiş, söylettirilmişti. Bu ifade beni toparladı. “Anne sabah gitmem gerekiyor.” dedim…Ve sabahı hizmet edeceğim dergaha gitmek üzere yola çıktım.
Müslüman Anadolu İnsanının Kalenderliği ve Kemalist Rejimin Zalimliği
Yıl 1998, Ulucanlar 9. Koğuştayım. Akşam sayımı yapılmış, koğuştan sorumlu gardiyan Turan Abi mesaisini tamamlamış, bahçe kapımızı dışardan kilitlemiş ve gitmişti.
Bir müddet sonra bahçe kapısının sürgü sesi geldi. Ardından gardiyan; “Metin Sayın görüşün var.” dedi.
Görüş günü değil, saati hiç değil. İhtimal ki gelen avukattı ve o saatte görüş yapmak için çok önemli bir gerekçesi vardı.
Görüş yerine vardım. Bütün görüş pencerelerini hızlı bir şekilde yokladım. Sarışın bir genç gözüme ilişti (avukatı arıyorum ya) aldırış etmedim. Bütün görüş kabinlerini bitirip başka kimsenin olmadığını fark edince o genci gördüğüm pencerenin önüne geldim. Baktım, emmioğlu Arif. Hasbihal ettik. Bir siyasi partide teşkilat sorumlusu olmuştu. Görüşmenin sonuna doğru cep telefonunu çıkarıp, sesini dışarı verdi (meğer üstünü dahi aratmamış) babam ve annemle de görüştüm…
(Siyasi imtiyaza sahip insanlar için çok sıradan kabul edilecek bu man-zarayı, çilekeş Anadolu insanımızın Devlete olan hürmetinden istifadeyle, Kemalizm’in nasıl bir zulme dönüşeceğini gösteren bir diğer manzara ile değiştiriyorum.)
Babam, 18 saatlik bir otobüs yolculuğuyla, Elaziz’den Ankara Ulucan-lar Cezaevine beni ziyarete geliyor. Meğer geldiği hafta görüş günümüz değiştirilmiş ve bundan benim de babamın da haberi yok.
“Görüşemezsin, onun görüş günü bugün değil. Değişti” diyorlar. Ve yanında getirdiği yiyecekleri bırakmasına dahi müsaade etmeyerek, gerisin geri memleketine gönderiyorlar. Babam memlekete dönüyor ve aşağıdaki mektubu kaleme alıyor.
Psikolojik İşkenceler, Açlık Grevi ve Selpak Çorbası
Niğde Cezaevinin ilk haftaları. Eskişehir’den kabarık bir dosya ile paketlenmişiz. Bir müddet “Uslu mahkûm modu” çizme düşüncesindeyiz.
Ziyaret günü. Erzurum’lu Selçuk Işık’la görüş mahallindeyiz. Selçuk’un annesi gelmişti. Bir ara Selçuk beni çağırdı. Yanlarına gittim. Annesi; “Oğlum, hepiniz benim evladım yerindesiniz. Ben ziyarete gelmeden evvel, yavrumdan ne istediğini sordum. O da ‘Anne ne getireceksen 20 kişilik getir’ dedi. Pastalar, börekler, çörekler, sarmalar, dolmalar yaptım hepinize. Tam üç çuval dolusu yiyecek getirdim… Fakat asker hiçbirini içeri almadı (Çarşafının altından bir tabak köfte çıkarıp) beni arayan gardiyan hanıma yalvardım ‘Sen de anasın, evladıma kendi ellerimle yaptığım üç çuval yiyeceğe müsaade etmediler, bari bu köfteyi çocuğuma vereyim.’ dedim. O da ‘ben görmedim anacığım.’ dedi. Ama ben şimdi bu tabağı size nasıl vereceğim bilemedim” dedi.
Görüş mahallindeki gardiyana durumu ilettik. Gardiyan: “Siz siyasi mahkumsunuz. Zehirlenmek tehlikeniz var. Alamayız. Ailelerinize söyleyin bundan sonra hiçbir şey getirmesinler.”
Baş gardiyanı çağırdık. Adam, “Mevzuat” diyor, “Yönetmelik” diyor, “Savcı” diyor, başka şey demiyor. Baktık olacağı yok, “Uslu mahkûm” rolünden çıktık. “O tabak içeri alınacak” dedik.
En nihayet annenin ihlası galip geldi, muradı gerçekleşti. Gerçekleşti gerçekleşmesine lakin bu hadise bardağı taşıran son damla olmuştu. O günden sonra uslu mahkûm rolünden çıktık. 8 madde halinde taleplerimizi yazdık ve açlık grevine başladık.
İdare bize şeker ve süzme bal verdi. Reddettik…(Sonradan öğrendik ki bu tarz tatlılar sulandırılıp kullanılarak, 40/45 gün gibi dayanıyormuşsun. Bu müddet zarfında yapılan müzakereler neticesinde bir sonuç elde edilmezse, “süresiz açlık grevi” o da netice vermese eylem “ölüm orucuna” dönüyormuş süreç. Meğer bizim yaptığımız doğrudan ölüm orucuymuş.)
4-5 gün geçmişti. Açlıktan ne yapacağımızı şaşırmıştık. Ben ve Habip Laçin (ağaç cinsinden olduğunu düşünerek) gazete kâğıdı yemiştik. Ben zehirlendim. Doktora ihtiyaç kalmadan vücudun kendi refleksiyle durumu kurtardık. Habip Abiye bir şey olmadı.
Bizdeki zuhuratın bir benzeri Esabil Usta’nın koğuşunda gerçekleşmiş; kağıt cinsindendir düşüncesiyle selpak kaynatmışlar. Hesaba göre, selpak suda kaynayıp dağılacak. Selpak çorbası olacak bunu içmekle, direnç kazanacaklar.
Tabi selpak kaynadıkça genişlemiş, genişledikçe kabarmış, kabardıkça açılmış… Tencerenin dışına taşmış. Bizim kardeşlerin hayalleri de tenceredeki su ile beraber uçup buharlaşmış…
Yanılmıyorsam 8. gündü… Teker teker düşmeye başlamıştık. Battaniyelerle hastanelere kaldırılıyorduk. İdari personel tam kadro acil koduyla görev başı yapmıştı. İnanılmaz telaşlı ve büyük bir korku içerisindeydiler. Bunu beklemiyorlardı.
Biz tatlandırıcıları almayınca, yemek zulaladığımızı düşünmüşler ve eylemin 30-35 günü bulacağını sanmışlar. “Hocam bu nasıl açlık grevi, siz ölü-yorsunuz yahu” diyorlardı. İnanılmaz bir korkuya kapılmışlardı.
Tedavi süreci ile beraber idareyle müzakere süreci de başladı. Tüm taleplerimizi kabul ettiler. Dışarı salınmaktan gayrı ne istesek, verecekler gibi bir teslimiyet içerisindeydiler.
Meğer açlık grevi için bizden ısrarla istedikleri dilekçeleri vermeyince, bir ölüm durumunda çok ciddi takibat geçireceklermiş.
Niğde’de bulunan İBDA mahkumları şaşkınlık içerisindeydi.
“Muhterem, 8 günde nasıl tüm haklarınızı kabul ettirdiniz. Bu işlerde bizden daha tecrübelisi yok sanıyorduk. Bu işin sırrını bize de öğretin.” diyorlardı. İşin aslını sonradan öğrendiler, bayağı güldük.
Cami Avlusundan mı Aldılar?
Dönemin “tabutluk” olarak isimlendirilen Eskişehir Cezaevine tevkif edilmiştik. Araçlardan indirilip sıraya dizdiler. İçeri almıyorlar. Sebep; kıyafet…
Kıyafet pazarlığına alışmıştık. “Bu zamanda…” diye başlayan cümlele-rin bitmesini sabır içerisinde az beklememiştik. Nefsimiz başta olmak üzere en evvel ailelerimizin muhalefeti, karakolların tehdidi, savcıların sorgusu, mahke-melerin yargısı derken iş DGM’lere kadar varmış, hiçbir baskı ve tehdide boyun eğmeden en nihayet hapis kapısının önüne varmıştık. Şimdi ne ile tehdit edeceklerini düşünüyorlardı sanırım.
Ne diyebilirlerdi ki; “Kıyafetinizi çıkarmazsanız cezaevine almayız” diyecek halleri yoktu ya… Usulen de olsa tekliflerini yaptılar. Çabaları beyhu-deydi. Onlar da biliyordu ki, “Aczmendîler devrim kanunlarına boyun eğmez!” ve “Küfrün hiddet ve nefretine mukabil, Şeair-i İslamiye’yi terk etmezdi”
Muhtemelen 3:00 gibiydi, cezaevi kapıları açıldı. Adlî mahkûmlar bü-yük heyecanla ve fedakârane bir organizasyonla bizleri karşıladılar (cezaevi şartlarında 127 kişiyi ağırlamak kolay iş değil). Yemekler, içecekler, izzet ve ikramlarıyla bize değil davamıza hürmet ediyorlardı. Lakin bir taraftan da bıyık altından kıs kıs gülüyorlardı.
Yanlış anlaşılmaları netice verebilecek bu durumu fark ettiğimizi gören kıdemli mahkumlardan biri; “Hocam, kusura bakmayın ve yanlış anlamayın lütfen. Bizim sizlere ve mücadelenize olan hürmetimiz sonsuz. Lakin şunun için gülüyoruz: Cezaevine düşen mahkumlarla niçin içeri düştüğünü sorduğu-muzda; kırk dereden kırk su getirir, ne kadar temiz ve masum olduklarının ve haksızlıkla içeri atıldıklarının ispatına çalışırlar. Çoğunlukla bu böyledir. Bazen bu izahları o kadar abartı ve can sıkıcı olur ki dayanamayıp, “İyide be kardeşim seni cami avlusundan mı aldılar?” deriz. “Şimdi düşünüyoruz da sahi sizi harbiden cami avlusundan aldılar. Ona gülüyoruz hocam.”
DGM'de Namaz, Ezan ve Zikir
Yıl:1997 Yer: 1 Nolu DGM salonu…
Birkaç celsedir devam eden duruşmaların nihayetine gelmiştik.
Karar duruşması için son kez salonuna alındık.
Son mütalaalar yapıldı. Tevkif kararı verildi.
Bu arada akşam namazı vakti girmişti.
Mahkeme başkanı (başlarına geleceği tahmin etmiş gibi); “Tevkif müzekkereleri hazırlanana kadar kimse salondan ayrılmayacak” diyerek, ani bir refleksle arkasında bulunan kapıdan çıktı. Mübaşir ve etrafımız çevreleyen polislerle baş başa kalmıştık.
Akşam namazının vakti iyiden iyiye daralmıştı. Bir an önce kılmalıydık. Mübaşire; “Abdest ve namaz için müsait yer göstermesi” ricasında bulunduk. Gözünü sevdiğim mübaşiri, birden kral kesildi başımıza;
“Hâkim Bey’i duydunuz, gidene kadar salondan ayrılamazsınız” dedi. Nezaket anlayışımızın sınırlarını zorlayıp, son bir ricada daha bulunduk.
“Lütfen Hakim Bey’e bu talebimizi iletir misiniz? ” dedik. Ayağını süreye süreye, heyetin bulunduğu tarafa geçti. Fazla sürmedi, tam bir muzaffer komutan edasıyla duruşma salonuna geri döndü.
“Hâkim Bey, yazışmalar tamamlanana kadar namaz da zikir de yok” dedi. (Anlaşılan duruşma öncesi DGM’nin altında yaptığımız zikir, tüm binada yankılanmıştı.)
Bunu söylemesiyle beraber, kâinat sarayının asıl Hakiminin kim oldu-ğunu ve kimin sözüne itibar edeceğimizi öğrenmesi bir oldu. Birden ayağa fır-layıp; “Biz, sizden namazın müsaadesini istemiyoruz. Nerede kılacağımızla ilgili yer göstermenizi bekliyoruz. Ya uygun bir yer gösterirsiniz veya bu salonda kılarız” dedik.
Bir kısım kardeşlerimiz abdestlerini tazelemek için kapılara yöneldi. Polis amirlerinden biri, salonunu çepeçevre saran çevik kuvvete işaretle; “Hakim Bey’in müsaadesi yok. Kapıları tutalım arkadaşlar” dedi.
Bu telkinin akabinde, devreye Ahmet Efendi girdi; “Arkadaşlar, lava-boya müsaade yokmuş, ihtiyacınızı burada görebilirsiniz” dedi. Bir iki tez canlı arkadaş şalvarlarının kuşağını gevşetmişti ki, Polis Amiri, şaşkın ve telaşlı bir ses tonuyla atıldı; “Aman aman hocam, ne yapıyorsunuz, madem tuvalet ihtiyacı var, hallederiz” diyerek ne şiş yansın ne kebap hesabı durumu kurtardı. Abdestler alındı. Gür bir seda ile 1 No’lu DGM Salonunda ezan okundu.
Dinlediğimiz sadece ezan değil. Sanki kainat mescid-i kebirinde Kur’an, tevhidi ilan ediyordu. (*)
Namazlar kılındı ve akabinde sesli tesbihat yapıldı.
“Cemil olan da sensin Allah’ım…
“Garip olan sen…
“Mucip olan sensin…
“Habip olan sen…
“Rauf olan sensin, Allah’ım…
Ankara adliyesinin koridorlarında İsm-i Azam duası yankılanıyordu. Bir kısım polisler göz yaşına boğulmuştu… Laiklik dayatmasıyla 60 yıldır zulme maruz kalmış tüm mağdur ve mazlum adına haykırmaya devam ediyorduk;
“Baki olan sensin…
“Hadi olan sen…
“Kadir olan sensin…
“Settar olan sen…
“Kahhar olan sensin…
“Hakim olan sen… Sen… Sen…
(*)
O an biri ezan okumaya başladı…
Sıralar, yerler seccade oldu…
Namaz arkasından sesli tesbihat..
Esma’ül Hüsna okunurken ortam çok farklıydı.
Sanki hatıra gelebilecek herkes ordaydı…
Feyz sağnak, sağnak…
Güvendiğim tek ibadetim, o andaki ibadetimdi…
İlyas Elri
Abdülmetin Sayın