DGM
(Devlet Güvenlik Mahkemesi)
Devlet Güvenlik Mahkemelerimiz….
Aczmendiler acip insanlar olduğundan mıdır, yaşadıkları asrın acipliğinden midir bilinmez, neredeyse her hadiseleri tarihte ilkler sırasına geçmiş; sıradanlığı, yeknesaklığı alt-üst etmiştir.
Bu ilklerden biri de Kocatepe Camii avlusundan toplatılarak hapse-dilmeleri ve devamındaki DGM sürecinde yaşananlardır.
Yıl, 1996; aylardan Eylül… Üstad Bediüzzaman Said Nursi (ra) adına Ankara Kocatepe Camiinde her yıl tertip edilen bir mevlide, Türkiye’nin farklı illerinden ferdi veya toplu olarak -daha önceki yıllarda olduğu gibi- bu yıl da iştirak etmek istemiştik.
Bizim bu teşebbüsümüz, önceki yıllarda görülmedik bir tarzda engellenmek istendi. Bir kısmımız seyahatleri esansında, bir kısmımız dergahlarda bir kısmımız evlerinde tarassut altına alınmak suretiyle mevlide iştirakimize büyük nispette mani olundu.
Ferdi hareket edenlerin büyük bir kısmı ve topluca seyahat edenlerden emniyetin çevirmelerini atlatabilen az bir kısım Aczmendi, Kocatepe Camii avlusuna vardığında ezan okunmak üzereydi.
Kocatepe Camii içi ve avlusu Türkiye’nin her yerinden gelmiş binlerce nurcu tarafından doldurulmuş bir vaziyetteyken, cami içerisinde ve çevresinde hiçte alışılmadık bir tarzda yoğun emniyet tedbirleri göze çarpıyordu.
Aczmendiler her zamanki gibi ikinci bir niyet taşımayan fıtri vaziyetleri doğrultusunda kimi abdest alıyor, kimi cami avlusundaki nurcu kardeşleriyle tanışıyor, kimi de cami içerisine girmiş ezanın okunmasını bekliyor bir vaziyetteyken, ezanla beraber cami içerisinde, avlusunda ve cami çevirme duvarlarının ardındaki emniyet personelinde ciddi bir hareketlenme başladı. Kıyafetleri itibariyle diğer cami cemaatinden rahatlıkla ayırt edilebilen Aczmendiler birer birer toplatılıp caminin çevirme duvarlarının ardına taşındı.
Aczmendiler, cami sınırları içerisinde olmanın edebi ve ibadet niyetiyle orada bulunan cemaatin huzuru açısından, hiçbir direniş göstermeden emniyet güçlerinin kendilerini sevk ettikleri tarafa doğru ilerlerken; geri kalan cemaatin, omuz omuza verdiği mü’min kardeşlerinin “Niçin ayıklanıp götürüldüklerini” sorma gereği duymaması, sonraki aylarda kapsamı ve şiddeti artarak devam edecek olan 28 Şubat Darbe dönemini doğru anlamak ve isabetli yorumlamak adına calib-i dikkat bir manzaradır.
Kocatepe camii çevresinden derdest edilip cami sınırları dışında toplatılan Aczmendiler ezan-ı Muhammedi’nin hitama ermesinin ardından bulundukları yerde cübbe veya ridalarını yere sermek suretiyle cemaatle namaza durdular.
Namazın akabinde tesbihat ve kısa süreli bir zikir oldu.
Zikir sonrası ellerimizi semaya kaldırıp topluca dua etmemizin ardından namaz saflarımızın dış kısımlarındaki arkadaşlarımız bir bir polis otobüslerine alınmaya başlandı. Bu arada bazı kasıtlı polis memurlarının polis köpekleri vasıtasıyla yaptıkları tazyikat neticesinde, itişip kakışmalar oldu. Anlaşılan bazı polis amirleri bu noktaya kadar bir direniş göstermemiş olmamızdan rahatsızlık duymuşlardı.
Polis otobüsleriyle yaptığımız kısa bir yolculuğun ardından Ankara TEM’e vardık.
Ankara TEM’de spor salonu olarak kullanılan bir binaya bizi topluca yerleştirdiler. Emniyet sorgumuz ve savcılık sorgumuz burada yapılacaktı.
Sorgu için bir gurup arkadaşımızı götürdüler. Onları geri getirme-den tekrar bir kısım arkadaşımızı almak istediler. Biz kabul etmedik. Önceki arkadaşlarımızı getirmedikleri müddetçe aramızdan kimseyi götüremeyeceklerini söyledik. Bu tavır TEM amirlerinin alışık olmadığı bir tavırdı.
Amir; “Ne demek kimseyi vermiyoruz. Ben alırım”
Biz; “Alamazsın. Ordunu getirsen alamazsın…”
Polis amiri; “Demek öyle şimdi siz görürsünüz.” demesiyle yüzlerce çevik kuvvet, robokop, sivil polisi ve polis köpeğini getirmesi bir oldu.
Tertibatını aldıktan sonra ilgili amir tekrar yanımıza geldi. “Veriyor musunuz?”
Biz; “Vermiyoruz.” dedik ve el ele tutuşup, sığınacağımız tek merciye ilticaen zikre başladık.
Akabinde ne oldu ne bitti, amirler neyin hesabını yaptı veya nasıl bir tesir içerisine girdi bilemiyoruz. Tüm güvenlik personelini geri çektiler. Ve sorgu için aldıkları arkadaşlarımızı geri getirdiler.
Arkadaşlarımız gelince biz de 6/7 kişilik yeni bir gurubu sorgu için gönderdik. Böylece birkaç gurup gidip geldikten sonra, bir arkadaşımızın ihtarı sayesinde öğrendikki, daha önce tanımadığımız fakat bizimle beraber tutuklanıp TEM’e getirilen bir şahıs, ilk gurupta sorguya alındığı halde geri getirilmemiş.
O ara sorgu için yeni bir gurup arkadaşımızın ismi okundu.
Ahmet Efendi Polis amirinin yanına gidip, geri getirilmeyen o şahsı sordu.
Amir; “Hocam onun başka davaları var. İşlemi uzun sürecek. Hem sizinle irtibatlı biri de değil. Kıyafet benzerliği sebebiyle sizinle beraber alınmış” dediyse de bu açıklama kafi gelmedi.
Biz; “Madem o şahıs bizimle beraber getirildi. Biz onu kendimizden kabul ediyoruz. Onu getirmezseniz, yeni bir gurup götüremezsiniz” dedik.(O dönemde (1996) bir şekilde yolu TEM’e düşenler; “Avukatımı görmek istiyorum” demek cesareti gösteremezken, bizim; “Sorguya adam verimiyorduk” dememiz garipsenebilir. Lakin tam olarak bunu yapıyorduk)
Kararlılığımıza defaatle şahit olan amirler, bu defa işi uzatmadılar. Tamam hocam dediler ve Ankara’lı Seymeni getirdiler.
Seymen battaniyeye sarılı bir vaziyetteydi. Üç dört memur birer ucundan tuttukları battaniyeyi yanımıza bırakıp çıktılar. Durumu ağırdı. Değil yürümeye konuşmaya mecali yoktu. Biraz su ve yiyecek verdik. Bir müddet sonra toparlanıp kendine geldi. Tabi biz merak içindeyiz. “Hani bu adam bizden ileri nasıl bir laf etmiş ola bilir ki, böylesine bir işkence görmüş olsun” diye düşünüyoruz.
Seymen’in dili çözülünce, anlatmaya başladı. “Bana çok işkence ettiler. Ama sebebini anlamadım. Sizin arkadaşlar bitişiğimdeki sorgu odasında ağızlarına gelen her şeyi rejime sayıyorlardı. Halbuki ben, ‘Laiklikle de, Demokrasiyle de, bunları getirenle bir problemim olmadığını’ söyledikçe; sorgu memurları ‘Senin gizlemek istediğin bir şey var. Konuş!’ diye bağırıp beni dövüyorlardı. Sorgu sırasında yemek içmek adına hiçbir şey vermedikleri gibi, gerçekleri anlatana kadar da beni salmayacaklarını söyleyip işkenceye devam ettiler.”
Ankara TEM Spor salonundaki sorgu takvimi 10 gün sürdü. 31 Ekim 1996 günü Nöbetçi DGM Hakimliğine çıkarıldık. İfadeler öncesi avukatlarımız “Sarığımızı çıkarırsak soruşturmanın tutuksuz devam edeceği” yönünde kuvvetli kanaat sahibi olduklarını söylemelerine rağmen kimse aldırış etmedi. Her birimiz teke tek hâkimin karşısına çıkıp, TEM ifadelerimizden aşağı kalmayacak bir tarzda ifademizi yazdırıyorduk.
Sabahın erken saatlerinde başlayan sorgularımız gecenin geç saatlerine kadar devam etti. Bu merhalede yeme ve içme imkanı tanımadılar. Namazlarımızı nezaretteki bankolar üzerinde sırasıyla kılmıştık. En nihayet ifadelerin alınması tamamlanınca, kararı açıklamak üzere hepimizi DGM salonuna aldılar. Hâkim bir taarruza maruz kalacağı düşüncesiyle hızlı bir tarzda tutukluluk kararını okuyup ani bir hamleyle arkasındaki kapıya yöneldi ve duruşma salonunu terk etti.
Mübaşir, Tutukluluk müzekkerelerinin yazılmasına kadar duruşma salonunda bekleyeceğimizi söyledi. Biz Akşam namazı için abdest ve mescit ihtiyacımız olduğunu mübaşir vasıtasıyla Hâkim Bey’e ilettik. Mübaşir, hâkimin bulunduğu kısma geçip kısa bir müddet sonra geri geldi; “Evraklar düzenlenene kadar namaz ve zikre müsaade edilmeyecek” dedi.
Bizi yanlış anlamışlardı. İşin doğrusu biz namaz veya zikir için müsaade istememiştik. Yer temin edilip edilemeyeceğini sual etmiştik. İş başa düşmüştü. Duruşma salonundaki emniyet amirine, abdest için lavaboya gitmek istediğimiz belirttik.
“Gidene kadar namaz ve zikir yok” dedi. O da bizi yanlış anlamıştı. Namaz gibi kat’i bir emr-i ilahiyi kâinat gibi bir mescidde kılmak için kendisinden müsaade istediğimiz sanmıştı. Yapacak bir şey kalmamıştı. Kendi usullerimiz çerçevesinde hareket edecektik.
“Madem kapıları açmıyorsunuz biz de ihtiyacımızı salonda gideririz” dedik ve tam uçkurlara el atmıştık ki, “Hocam tamam. Tuvalet ihtiyacı olduğunu söyleseydiniz yardımcı olurduk” ayarına geldiler.
Abdestler alındı ve güzel bir Ezan-ı Muhammedi DGM salonu ve Adliyenin koridorlarda yankılandı.
Bir kısmımız duruşma salonunun orta boşluğunda, bir kısmımız oturakların arasında saf düzeni alıp namazımızı cemaatle kıldık ve sesli Risale-i Nur tesbihatı yaptık. Bu duruma şahitlik eden emniyet mensuplarından bir kısmı ağlıyordu.
Bu kutsi atmosfer ve Kocatepe’den itibaren her biri ilkler sırasına girecek onlarca manzara, bir sonraki duruşmadaki zaferin mukaddimesi ve müjdeleyicisiydi. Zira 8 Ocak 1997 tarihindeki ikinci DGM duruşmasında Askeri Hakim, duruşma salonundaki hakimiyetimiz karşısında cübbesini çıkarıp salonu terk edecekti.
Manşetlere “Cübbe savaşı” olarak geçen bu manzara, sadece DGM tarihinde bir ilk değil, İstiklal Mahkemeleri de dahil, demokratik laik yargı sistemi içerisinde emsali görülmemiş bir restleşmeydi.
Cüppeler Savaşı
Evet bu manşet, yaşananları en veciz ifadeyle ortaya koymakla kalmıyor, cübbe ile sembolleşen “Liyakat ve salahiyetin” Kemalizm’in elinden alınarak Anadolu’nun gerçek sahiplerine geçtiğinin ilanı yapıyordu. Zira ehlince malumdur ki; DGM’ler İstiklal Mahkemeleri’nin devamı ve rejimin teminatıydı.
Rejim, Laik, Demokratik ve Anayasal çerçevede, Parlamenter Sistem içerisinde kalanları MGK eliyle, bu çerçevenin dışına çıkmış mekanizmaları da DGM’ler eliyle terbiye ediyor ve sığaya çekiyordu. Rejim için bu derece ehemmiyete haiz bir cephe hattı, Aczmendiler karşısında çökmüş ve Kemalizm’i temsil makamındaki askeri hakim, cübbe çıkarıp, teslim bayrağı çekmişti.
Evet, yaşananlar bir “Cübbe savaşıydı.”
Ve hamdolsun ki; Hakk’ın cübbesi batıla galebe çaldı! İman ve itikad cübbesi, ilke ve inkılap cübbesini, İslam’i örf ve anane cübbesi, ecnebi ahlak cübbesini, Tekke, Zaviye ve medrese cübbesi, la’dini eğitim cübbesini ayakları altına alıp, itibarının yırtıp parçaladı.
Mehmet Ağar : "Rejimin Sahibi MGK"
Rejimin içişlerini yürütmekte mahir Bakanı Ağar’ın, aynı hakikat bu tespitine kimsenin bir diyeceği olamayacağı gibi, MGK’nın DGM’deki askeri temsilcisinin Aczmendiler’in serfürû etmeyen asil ve vakur duruşu karşısında tahammül edemeyip cüppe çıkarması da “Rejimin teslim-i silah ettiğini gösteren” aynı hakikat bir vakaadır ki, itiraza mahal bırakmamıştır.
Ağar, bu isabetli tespitinin yanında, sırtını rejime (MGK’ya) dayayıp “Aczmendiler’den endişe etmeyin, rejim sağlam temeller üzerindedir.” gibi ikinci bir telkinde bulunmuşsa da hadiselerin devam eden seyri içerisinde bu konuda (rejimin selameti açısından) haklı çıkmadığı gibi yaşadığı büyük siyasi hezimet sonrası, rejimin yıkıntıları arasındaki yerini almıştır.
Aczmendiler’in toplu yargılandıkları DGM duruşmaları bu minvalde ilerlerken, Müslim Efendi’nin tek yargılandığı DGM salonlarındaki manzara da farklı değildi.
Hâkim, Müslim Efendi’ye kıyafetini çıkarmadığı takdirde ifadesini almayacağını söyleyince, Müslim Efendi; “Burası defile salonu mu? Mahkeme mi?” tarzında mukabele bulunmuştu. Müslim Efendi bu tavrıyla hem yargı sisteminin içine düştüğü hazin manzaraya dikkat çekiyor hem de “Rejime memuriyet ile adalet” arasında sıkışıp kalan hakimlerin ayıplarını yüzlerine vuruyordu.
Müslim Efendi kıyafetinden taviz vermediği için ifadesi alınmamış ve akabinde gönderildiği cezaevinde, cebren ve işkence ile sarığı çıkartılıp, saçları kesilmişti. Bu alçakça muamele sonrası Müslim Efendi heyete karşı çok daha şiddetliydi:
DGM, Müslim Efendiye karşı yaptığı bu insanlık dışı bu muamele sonrası onu karşısında süklüm büklüm bir vaziyette görmeyi belerken, Müslim Efendi; DGM hakimlerine “Rejimin azat kabul etmez köleleri!” diye haykırıyor ve “Demokratik Laik sistem düşmanı olduğunu” bizzat yüzlerine ilan ediyordu.
Yargılandığımız mahkemelerdeki manzara bu minvalde olunca, bir kısım çevrelerin Aczmendiler için “Derin devlet” veya “Karanlık odakların adamı” gibi tanımlamalara neden başvurduklarını anlamak da bir derce mümkün oluyor.
Öyle ya; değil DGM’lerde yargılanmak, karakolun bulunduğu kaldı-rımdan geçmekten korkanlar, bir çırpıda idam kararı verebilen DGM’ye bu tarzda hitap edilebileceğini nasıl akıllarına sıkıştırsınlar? Elbetteki bu manzaralar birçoklarının havsalasına sığmayacağı gibi mahall-i iman olan kalplerinin de kuşatamayacağı bir yükseklikteydi.
Hâlbuki, son asrın müceddidi ne demişti;
“Onu tanıyan ve itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.”
Ve eklemişti;
“Tam münevverü-l kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki onu korkutmaz. Belki, harika bir kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyredecek.”
Cenab-ı Hak bu yüksek hakikatlerden çok ufak bir şuleyle de olsa bizleri hissedar eylesin. Şayet bundan hissemiz yoksa, bu işin hissedarlarını karalayıp zan altında bırakmak gibi bir müfteriliğe bizleri düşürmesin (âmin)
22 Mayıs 2004 - DGM'lerin Kapatılması
1982 Anayasası’nın 143. maddesinde düzenlenmiş olan Devlet Güvenlik Mahkemeleri, 2004 yılında konuyla ilgili Anayasa değişikliği teklifinin TBMM tarafından kabul edilmesiyle, 22 Mayıs 2004’te yürürlüğe giren 5170 sayılı Kanunun 9. maddesi gereğince yürürlükten kaldırılmış ve kapatılmıştır.