Hakikat Mesleği
باسمه سبحانه الحمد للّه ربّ العالمين
وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
« Ehl-i tarikat ve hakikatça müttefekun aleyh bir esas var ki: Tarîk-ı hakta sülûk eden bir insan, nefs-i emmaresinin enaniyetini ve serkeşliğini kırmak için lazım gelir ki, nazarını nefsinden kaldırıp şeyhine hasr-ı nazar ede ede tâ fenafişşeyh hükmüne gelir. “Ben” dediği vakit, şeyhinin hissiyatıyla konuşur. Ve hâkezâ, tâ fenafirresul, fenafillaha kadar gider…»
8. Lem'a
« Ehl-i tasavvufun mabeyninde fenafişşeyh, fenafirresul ıstılahatı var. Ben sofi değilim. Fakat onların bu düsturu bizim meslekte fenafilihvân sûretinde güzel bir düsturdur. »
21. Lem'a 4. Düstur
Bu makalemizde tarikatları, hususan Risale-i Nur’un hakikat mesleğini bir derece tahkik edeceğiz. Risale-i Nur’un bazı irşad esasları tesbit edilerek, Hz.Üstad’ımızın acz, fakr, şefkat, tefekkür tarikını anlatırken kullandığı ‘aşk gibi’ ibaresine müsteniden, bildiğimiz kadarıyla sofiye mesleği ile münasebetine, yani benzer (aşk gibi) ve farklı (daha eslem, keskin, geniş, zengin, parlak) olan hususlarına fazla tafsilata girmeden beraberce bakacağız İnşaallah.
Mütalaamıza birkaç kelam ile de olsa tarikatların tarihi seyri ile başlayıp tarikatlara hem İslam cemiyeti ve siyaseti hem de ferd nokta-i nazarından niçin ihtiyaç olduğuna bakıp sonrasında sofiye mesleğinin ve tarikatların hükümferma olduğu zamanlar ile hakikat mesleğinin zuhur ettiği bu zamanların bir mukayesesini yaparak devam etmekte fayda mülahaza ediyorum.
Zira gerek sofiye mesleğinin ve tarikatların gerekse de Risale-i Nur’un zuhur zamanları, şartları, sebebleri ve muhatapları, yani hitap ettikleri cemiyetin seviyesi ve o zamanlarda insaniyet çarşısında mergub olan meta’lar, elbette o mesleklerin muhtevasına ve esaslarına tesir eder.
Madem tarikattan maksad hakaik-ı imaniyenin inkişafı ile insanların irşadıdır, elbette tedavinin netice vermesi teşhis-i illete münasib bir reçetenin verilmesini iktiza eder. Hem illetin teşhisi de verilen farklı reçetelerin hikmetini idrak etmeyi kolaylaştırır.
Tarikatların Zuhur Etmesinin Sebepleri
« Cenâb-ı Hak, kemâl-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi mehdî hükmünde mübarek zatları göndermiş, fesadı izale edip milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi (a.s.m.) muhafaza etmiş. »
29.Mektub 7.Kısım
Adetullahın alem-i insaniyette tezahür eden kanunlarından biri olan bu hükmün bir şubesi de tarikatlardır.
Yani tarikatlar, tarih içinde durduk yere zuhur etmiş müesseseler olmayıp belki o mübarek zatlar eliyle; fesadı izale edip milleti ıslah etmek için ortaya çıkan zaruri bir ihtiyaç ve netice olmuşlardır.
« Abbasîlerin zamanında, o tarihte Mutezile, Râfizî, Cebrî ve perde altında zındıklar, mülhidler, İslâmiyeti zedeleyen çok firak-ı dâlle meydana gelmiştiler. Şeriat ve itikad noktasında ehemmiyetli sarsıntılar olması hengâmında Buhârî, Müslim, İmam-ı Âzam, İmam-ı Şâfiî, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel ve İmam-ı Gazâli ve Gavs-ı Âzam ve Cüneyd-i Bağdadî gibi pekçok eâzım-ı İslâmiye imdada yetişip o fitne-i diniyeyi mağlûp ettiler. O tarihten üç yüz sene sonraya kadar o galebe devam ile beraber, perde altında yine o ehl-i dalâlet fırkaları, siyaset yoluyla Hülâgu-Cengiz fitnesini İslâmların başına getirdiler. »
13. Şua
Bu zevat-ı kiram içinde, hicrî üçüncü asırdan itibaren başta Cüneyd-i Bağdadî ve Bayezid-i Bistami ve emsali zatlar, bir netice-i ıztırarî olarak bidayet-i İslam’daki safiyetini kaybetmeye yüz tutmuş olan cemiyeti, bütün bütün kaybetmemek için, muhabbet ve aşk vasıtasıyla insanları mahall-i iman olan kalpten tutarak imanlarını muhafaza etmeye çalışmışlar ve daire-i İslamiyet içinde tutmuşlar.
Çünkü ehl-i tarikın nazarında, şedit bir muhabbet ve metin bir itikadla aktab kabul ettiği bir silsile-i meşâyihı, hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütmediği için, onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zındıkaya giremez. İşte bu neticeyi istihsal için o zevat-ı kiram, aslı Kur’an ve Sünnetten mülhem olan sohbet, zikir ve telkinatları ile irşadı müesseseleştirerek bir nevi mekteb haline getirmişler. İlk olarak ne zaman ve nasıl kullanıldığı hakkında farklı rivayetler olsa da, bu mekteblerde kullandıkları ilme Tasavvuf, müntesiblerine Sûfî (Sofi) ismi vermişler veya verilmiş.
Bu hamlelerle alem-i İslâmda meydana gelen itikadî ve amelî keşmekeşlik önlenmiş olsa da iki-üç asır sonra perde altında yine o ehl-i dalâlet fırkaları, siyaset yoluyla Hülâgu ve Cengiz fitnesini İslâmların başında patlattılar.
İşte bu dönem, yani hicri 5. asırdan itibaren, Kadirî ve Rufaî misali bildiğimiz tarikatların zuhur zamanı olmuştur. Her biri muhatab olduğu insanların ve zamanın ihtiyaçlarına göre tasavvuf ilmini tamamen sistemleştirerek ehl-i dalaletin fesadına mukabil müridlerini terbiye etmişler, vaz u nasihatleri ve icraatları ile o fesadı izale edip milleti ıslah etmişlerdir. Allah (c.c) hepsinden razı olsun.
Netice itibarıyla, on iki hak tarikatın her biri, bulundukları zaman ve zeminde, zuhur eden fitne ve fesadı izale etmek için bizzarure ortaya çıkmış hareketlerdir. Yani -haşa- işgüzarlık olsun diye başlayan faaliyetler değildir. Yani ümmeti eâzım-ı İslamiyeden ve hatta sahabeden koparmaya çalışan selefî misal zavallıların iddia ettiği gibi tarikatlar ve pirleri küfre zulme ses çıkarmayan, Kur’an hadis bilmeyen insanlar değillerdi.
Belki nice ehl-i dalalete; ki, Hz.Üstad’ımız bir kısmı hakkında “…gayet müdhiş, mağrur insanlardır ki, mezhepsizliklerini, müçtehidin-i izâma müsavat davası altında neşretmek istiyorlar ve dinsizliklerini, sahabeye karşı müsavat davası altında icra etmek istiyorlar” diyor; başını İslam çemberinden çıkaranlara, küffara ve zındıkaya karşı canla başla mücadele etmiş ve eden mana erleri, İslam fedaileridirler. Ve hepsinin sena-i Kur’aniyeye mazhar halleri ve hizmetleri vardır.
Adetullah Her Vakit Hükmünü Tazelendiriyor
İşte nümune nev’inden üç asır mücahidlerine birden tarihleriyle işaret eden bir ayeti göstermek denizden katre misali kafi gelecektir. İşte Hz.Üstad’ımız Birinci Şua’da şöyle bir işaret emrediyor:
« Avrupa zâlimleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmek niyetiyle müthiş bir suikast plânı yaptıkları …… o herc ü merc içinde Kur'ân'ın nurunu muhafazaya çalışanlar içinde Resâili'n-Nur Müellifi '24'te ve Resâili'n-Nur'un mukaddematı '34'te ve Resâili'n-Nur'un nuranî cüzleri ve fedakâr şakirtleri '54'te mukabeleye çalışmaları göze çarpıyor. Hattâ hakikat-i hali bilmeyen bir kısım ehl-i siyaseti telâşa sevk ettiler ve bu itfâ suikastine karşı tenvir vazifesini tam îfa ettiklerinden, bu âyetin mânâ-yı işârîsi cihetinde bir medâr-ı nazarı olduklarına kuvvetli bir emaredir. Şimdi İslâmlar içinde nur-u Kur'ân'a muhalif hâletlerin ekserîsi o suikastlerin ve Sevr Muahedesi gibi gaddarâne muahedelerin vahim neticeleridir.
Eğer şeddeli ‘mim’ dahi şeddeli ‘lam'lar gibi bir sayılsa, o vakit 1284 eder. O tarihte Avrupa kâfirleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmeye niyet ederek on sene sonra Rusları tahrik edip Rus'un 93 muharebe-i meş'umesiyle âlem-i İslâmın parlak nuruna muvakkat bir bulut perde ettiler. Fakat bunda Resâili'n-Nur şakirtleri yerinde Mevlâna Halid'in (k.s.) şakirtleri o bulut zulümatını dağıttıklarından, bu âyet bu cihette onların başlarına remzen parmak basıyor.
Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli lam'lar ve mim ikişer sayılsa, bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zatlar ise, Hazret-i Mehdî’nin şakirtleri olabilir.”1. Şua
Evet o şeddeli lam ve mim ikişer sayılsa 1414 eder. Yani 1998. Aynen mazide olduğu misillü, yine bir fesad-ı ümmet zamanı ve yine asrın bir mümessili eliyle zuhur eden Risale-i Nur’un bir inkişaf-ı fevkaladesi olan yeni bir tarikat.
Adetullah aynen devam ederek, her vakit hükmünü tazelendiriyor.
Tarikat: Tefekküri Ameliyat
Bu tarihi nazarla gözüken siyasi ve içtimai ihtiyaçla birlikte, bir de bu meseleye tarikat ve hakikat mesleklerine muhatab taliblerin ihtiyacı noktasından bakalım. Yani bidayet-i İslam’da ismen ve cismen bulunmayan bu müesseseler, ferde bakan cihette, acaba hangi ihtiyaca binaen zuhur etmişlerdir?
Sualin cevabı 27. Sözün Zeyli’nden:
Asr-ı saadette « Kur'ân-ı Hakîm’in envarıyla hâsıl olan, o inkılâb-ı azîm-i içtimâîde, ezdâd birbirinden çıkıp ayrılırken, şerler bütün tevâbiiyle, zulümâtıyla ve teferruâtıyla ve hayır ve kemâlât bütün envârıyla ve netâiciyle karşı karşıya gelip, bir vaziyette, müheyyic bir zamanda, her zikir ve tesbih, bütün mânâsının tabakâtını turfanda ve tarâvetli ve tâze ve genç bir sûrette ifade ettiği gibi; o inkılâb-ı azîmin tarrakası altında olan insanların bütün hissiyâtını, letâif-i mâneviyesini uyandırmış, hattâ vehim ve hayal ve sır gibi duygular hüşyar ve müteyakkız bir sûrette o zikir, o tesbihlerdeki müteaddit mânâları kendi zevklerine göre alır, emer.
İşte, şu hikmete binâen, bütün hissiyâtları uyanık ve letâifleri hüşyar olan sahabeler envâr-ı imâniye ve tesbihiyeyi câmi' olan kelimât-ı mübârekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün mânâsıyla söyler ve bütün letâifiyle hisse alırlardı.
Halbuki, o infilak ve inkılâbdan sonra, git gide letâif uykuya ve havâs o hakâik noktasında gaflete düşüp, o kelimât-ı mübâreke, meyveler gibi, git gide ülfet perdesiyle letâfetini ve tarâvetini kaybeder. Âdetâ sathîlik havasıyla kuruyor gibi, az bir yaşlık kalıyor ki, kuvvetli, tefekkürî bir ameliyatla, ancak evvelki hali iâde edilebilir. İşte bundandır ki, kırk dakikada bir sahabenin kazandığı fazîlete ve makama, kırk günde, hattâ kırk senede başkası ancak yetişebilir. »27. Söz'ün Zeyli
İşte o kuvvetli, tefekkürî ameliyatın ismi tarikattır. İstikametli tarikatların herbiri kendisine lutfedilen tasavvuf veya hakikat ilminin düsturları müvacehesinde taliblerine o ameliyatı yaptırmaya gayret sarfetmişler ve el’an da bu hizmetleri devam etmektedir.
Risale-i Nur: 12 Büyük Tarikatın Hülasası
Deniliyor ki, oniki hak tarikat ve herbirinin kendi içinde istikametli onlarca kolu bulunmakta. Hatta Hz.Üstad’ımız da Emirdağ Lahikaları’nda şöyle emrediyor: « Sünnet-i Peygamberî dairesinde, bütün on iki büyük tarikatın hulâsası olan ve tariklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarikat ehli kendi tarikatı dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi.»
Sual: Bu tariklerin müteaddit olması neye mebnidir; o kuvvetli, tefekkürî ameliyat için bir tanesi kafi gelmez miydi?
Elcevab : Hz.Üstad’ımızın müteaddid şeriat ve mezheblerin hikmetini ve lüzumunu izah ettiği 27. Sözün Hatimesi aynen bu meseleye dahi tatbik edilebilir kanaatindeyim:
« Asırlara göre şeriatlar değişir; belki, bir asırda kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü'l-Enbiyâdan sonra, Şeriat-ı Kübrâsı her asırda, her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat, teferruâtta bir derece ayrı ayrı mezheblere ihtiyaç kalmıştır.
Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mîzaçlara göre ilaçlar tebeddül eder; öyle de, asırlara göre şeriatlar değişir, milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü, ahkâm-ı şer'iyenin teferruât kısmı ahvâl-i beşeriyeye bakar, ona göre gelir, ilaç olur.
Enbiyâ-i sâlife zamanında tabakât-ı beşeriye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca ibtidâî ve bedeviyete yakın olduğundan, o zamandaki şeriatlar, onların haline muvâfık bir tarzda, ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ, bir kıtada, bir asırda ayrı ayrı peygamberler ve şeriatlar bulunurmuş. Sonra, âhirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar, güyâ iptidâî derecesinden idâdiye derecesine terakkî ettiğinden, çok inkılâbât ve ihtilâtât ile, akvâm-ı beşeriye bir tek ders alacak, bir tek muallimi dinleyecek, bir tek şeriatla amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriata ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir. Fakat, tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayat-ı içtimâiyede gitmediğinden, mezhebler taaddüd etmiştir. Eğer beşerin ekseriyet-i mutlakası bir mekteb-i âlînin talebesi gibi, bir tarz-ı hayat-ı içtimâiyeyi giyse, bir seviyeye girse, o vakit mezhebler tevhid edilebilir. »27. Söz'ün Hatimesi
Tarikatlar Bu Asırda Tevhid Edilebilirler mi?
Her bir koluyla birlikte umum tarikatlar buradaki sırdan hissedardırlar. Zira kalb, ruh, sır, nefs, ilim, amel, ihlas nokta-i nazarından teferruatta ayrı ayrı tarikatlara, ayrı ayrı kollara ihtiyaç vardır.
Mizaçlara göre ilaçlar tebeddül eder, asırlara göre terbiye metodları değişir, milletlerin istidadına göre irşad hükümleri tahavvül eder. Tabakat-ı beşer mazide ve hal-i hazırda henüz tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayat-ı içtimaiyede gitmediğinden tarikatlar taaddüd etmiştir.
Eğer tenebbüh-ü efkar-ı umumi ve tekemmül-ü mebadi ve vesait ve ihata-i medeniyet ile beşerin ekseriyet-i mutlakası bir mekteb-i âlînin talebesi gibi, bir tarz-ı hayat-ı içtimâiyeyi giyse, bir seviyeye girse, o vakit tarikatlar tevhid edilebilir. Peki bu mümkün mü?
Evet mümkün!
İnsaniyet-i suğra olan mehasin-i medeniyet ile dünya bir köy halini alıyor, beşeriyet bir tarz-ı hayat-ı içtimaiyeye girme istikametinde yol katediyor. İşte bu vasatta, Risale-i Nur dairesi içine, her tarikat ehli kendi tarikatı dairesi gibi görüp girebilir. Zira Risale-i Nur, yani tarîk-ı Aczmendî sünnet-i Peygamberî dairesinde, bütün oniki büyük tarikatın hulâsası ve tariklerin en büyük dairesidir.
Bu büyük iddia bir delil ve kuvvet ister!
İşte delil 28. Lem’a’dan:
« Dâireye girmeden evvel bulduğu şeyhi, her fert o şeyhini, mürşidini, dâirede dahi muhâfaza edebilir. »
28. Lem'a
Kuvveti ise Hz. Bediüzzaman (r.a) ve silsilesi.
Böyle bir sözü, böyle iddiada bulunabilecek çapta olan birisinden başka kim söyleyebilir?
Mesela bir Nakşî veya Kadirî şeyhi, bir Şazelî mensubuna kendi Şazeli şeyhine mensubiyetini devam ettirerek de bizim tarikate girebilirsin diyebilir mi?
Hatta değil farklı tarikat, aynı tarikatın farklı kollarına mensub zevat arasında böyle bir tatbikat var mı? Muhtemelen böyle bir suale muhatab olan ehl-i tarikın büyük bir kısmı sadece hayret veya cehlimize matufen bizi mazur görerek istihfaf tebessümüyle karşılık verecektir.
Evet ehl-i tasavvuf ve pratikte de Nurcular (ki iş konuşmaya ve anlatmaya gelince mangalda kül bırakmayan Nurcu kardeşlerimiz, Hz. Üstad’dan sonra ehl-i tarik ile münasebetlerinde sınıfta kalmış ve ehl-i tariki küstürerek Risale-i Nur’dan soğutmuş ve uzaklaştırmıştır; bir ehl-i tarik, şeyhini muhafaza ederek Risale-i Nur dairesi içinde kalamamıştır) için tasavvuru mümkün olmayan bu tatbikat, Risale-i Nur’un hakikat mesleğini tatbik eden Hulusi Efendi (k.s), Husrev Efendi (k.s), Kastamonulu Mehmet Feyzi Efendi (k.s) misali erkan zatlar ve Aczmendiler için gayet mümkün, tatbik edilmiş ve edilmekte olan bir cümledir.
Nice ehl-i tarik senelerdir sohbetlerimize gelip gitmekte, hiçbir şekilde incinmeden ve incitilmeden Risale-i Nur derslerinden istifade etmektedirler. Zira Risale-i Nur’un hakikat dersi ve emirleri, onların almış olduğu ders ve istihsal ettikleri tasavvufi neticelere müdahale değil, belki o temel üzerine bina edilen emirlerdir.
Hem mesela daire içinde de, Risale-i Nur’un hakikattar bir talebesi, bütün hüceyratı ile birlikte kalbi Kastamonu’ya bağlı olduğu halde (ki aradan 26 sene geçmesine rağmen o muhabbet ve hasret halen dahi görülmekte ve o günkü tazeliğinde hissedilmektedir), Safranbolu’da iken Mustafa Usman Efendi’den (k.s), Ankara’da Ahmed Feyzi Efendi’den (k.s) dersini almış; yine Kastamonu’dan gelen “artık memleketine yerleşme zamanı geldi” emri ile memleketine giderek sekiz sene Hulusi Efendi’nin (k.s) dizi dibinde dersini almıştır. Ve yine Kastamonu’dan gelen “Hulusi’den gördüğünüz gibi derslere devam edersiniz” emri mucibince derslerine başlamış ve el’an devam etmektedir. İşte hakikat mesleğimizdeki “birçok ağabeyleri bulur” emrinin bir manası ve tatbiki.
Gerçi yazının daha ilerisinde veya sonraki yazılarımızda bahsetmeyi düşündüğüm bir meseleye, yeri gelmişken burada kısa bir giriş yapalım. Yalnız, evvela birkaç iktibasa ihtiyacımız olacak. Şöyle ki:
« Şimdi en mühim tekkeler ehli, ehl-i tarikattır. Bütün kuvvetleriyle Nur Risalelerini nurlandırmaları ve sahip çıkmaları lâzım ve elzemdir. Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatini düşünüp "tarikat zamanı değil, bid’alar mâni oluyor" dedim. Fakat şimdi, Sünnet-i Peygamberî dairesinde, bütün on iki büyük tarikatın hulâsası olan ve tariklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarikat ehli kendi tarikatı dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi. Hem ehl-i tarikatın en günahkârı dahi çabuk dinsizliğe giremiyor; kalbi mağlûp olamıyor. Onun için onlar tam sarsılmaz, hakikî Nurcu olabilirler. »
Emirdağ Lahikası
« Dâireye girmeden evvel bulduğu şeyhi, her fert o şeyhini, mürşidini, dâirede dahi muhâfaza edebilir. Fakat şeyhi olmayan, dâireye girdikten sonra, ancak dâire içinde mürşid arayabilir. »
28.Lem’a
« Nâkıs ve perişan istidadım elbette lâyıkıyla o mürşid-i hakikînin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor. Fakat ehl-i kalb ve sahib-i halin derecâtına göre, o feyzi, o âb-ı hayatı, yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek, Kur’ân’dan gelen o Sözler ve o nurlar, yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil, belki kalbî, ruhî, hâlî mesâil-i imaniyedir. »
28.Mektub 3.Risale
Risale-i Nur Hem Akli Hem Kalbi Mesail-i İmaniyedir
Şimdi Nur Camiası, iktibasımızın son cümlelerini şöyle anlıyor ve diyor ki: “Risale-i Nur’un aklî mesail-i ilmiyesi okunduğu zaman, okuyanın kalbi, ruhu ve diğer letaif-i insaniyesi, hepsi birden ondan feyizdar olur.”
Aczmendi ise şöyle diyor: “Cümlenin yapısı da aşikar bir surette gösteriyor ki, Risale-i Nur hem ilmî, hem kalbî, hem ruhî hem de halî mesail-i imaniyedir. Nasıl ki akıl, fenlerin ve ahirzamanın hususiyetleri itibarıyla zaten çalıştığı için Risale-i Nur’daki aklî mesail-i imaniyeyi anlıyorsa, kalbî mesail-i imaniyeden feyizdar olmak için kalbinin, ruhî mesail-i imaniyeden feyizdar olmak için ruhunun, halî mesail-i imaniyeden feyizdar olmak için de ona münasib letaifin çalışması ve harekette olması gerekmektedir.
Evvelki cümle de “ehl-i kalb ve sahib-i halin derecatına göre, o feyzi, o âb-ı hayatı, yine onun feyziyle gösterebiliriz” demekle bu manayı göstermektedir. Aklın gıdası ve çalışması başkadır, kalbin ve ruhun gıdası ve çalışması başkadır. Akıl ne kadar yüksek olursa olsun, aklın anlayacağı en yüksek mana ne kalbi çalıştırır ne de ruhu; insanı sahib-i hal yapmaz.
Hz. Üstad’ımız bu manayı Telvihat-ı Tis’a’da şöyle ders veriyor:
« Elbette ve herhâlde, o kalbin Fâtırı, o kalbi işlettirmesini ve bilkuvve tavırdan bilfiil vaziyetine çıkarmasını ve inkişafını ve hareketini irade etmiş ki, öyle yapmış. Madem irade etmiş; elbette o kalp dahi akıl gibi işleyecek. Ve kalbi işlettirmek için en büyük vasıta, velâyet merâtibinde zikr-i İlâhî ile tarikat yolunda hakaik-i imaniyeye teveccüh etmektir. »
Telvihat-ı Tis’a
Risale-i Nur dairesi içine giren tekkeler ehli, ehl-i tarikat, kendi tarikatı ve şeyhinden istifade ile ehl-i kalb ve sahib-i hal olacağından, Risale-i Nur’daki o âb-ı hayattan feyizdar olarak tam sarsılmaz, hakikî Nurcu olabilirler.
Peki zikirden nefretkarane uzaklaştığı halde ismi Nurcu olanlar?! Vâesefâ…
Halbuki Hz.Üstad’ımız onlara da diyor ki: “Şeyhi olmayan, dâireye girdikten sonra, ancak dâire içinde mürşid arayabilir.”
Burada yine Nurcuların nasıl anladıklarına bakalım:
“Arayabilir” kelimesi, muhayyerliği ifade eder. Yani diyorlar ki, “daireye giren birisi, illa şeyh istiyorsa, onu daire içinde arasın.” İçlerinde bir kısmı ise, bu anlayıştaki çarpıklığı gördüğü için, “o mürşid, Risale-i Nur eserleridir.” diyor.
Aczmendi ise diyor ki: “Be hey şaşkın! Zaten senin anlayışına göre Risale-i Nur tarikat olmadığı için, şeyhi de yoktur, mürşidi de yoktur! Senin telakki tarzına göre, Hakîm isminin mazharı ve “Üstadım” dediğin zat, -haşa- abes bir laf söylemiş. “O mürşid Risale-i Nur eserleridir“ diyen Nurcu kardeşlerim ve ağabeylerim ise, itikadî olmasa da, meslek nokta-i nazarından maalesef tabiat bataklığına bulaşmış, selefi olmuş farkında değil!”
Tabiat Risalesi’nde ne yazıyor bakalım:
«… O sarayın teşkilât programını ve mevcudat fihristesini ve idare kanunları içinde yazılı olan bir defteri görür. Çendan, elsiz ve gözsüz ve çekiçsiz olan o defter dahi, sair içindeki şeyler gibi, hiçbir kabiliyeti yoktur ki, o sarayı teşkil ve tezyin etsin. Fakat muztar kalarak, bilmecburiye, eşya-yı âhare nisbeten, kavânîn-i ilmiyenin bir ünvanı olmak cihetiyle, o sarayın mecmuuna bu defteri münasebettar gördüğünden, “işte bu defterdir ki, o sarayı teşkil, tanzim ve tezyin edip bu eşyayı yapmış, takmış, yerleştirmiş” diyerek, vahşetini ahmakların, sarhoşların hezeyanına çevirmiş. »
Tabiat Risalesi
Halbuki «… müessir, ilim değildir, kudrettir. İlim, malûma tâbidir. » (İşaratü’l-İ’caz)
ve «… ilim desâtiri, malûmu, haricî vücut noktasında idare etmek için esas değil. Çünkü, malûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder.» (26. Söz)
Yani, irşad olmak (malumun zatı ve vücud-u haricisi), mürid olmaya bakar ( zira imtihan dünyası olması hasebiyle iradenin taalluku, kulun onu taleb etmesine mütevakkıftır) ve kudrete ayinedarlık eden bir terbiye ediciye istinad eder.
Tabir-i diğerle: « Desâtir-i hikmet, nevâmis-i hükûmetle; kavânin-i hak, revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz. » (Hakikat Çekirdekleri)
Mürşidin himmeti, tasarrufu ve irşadı, irade ve kudreti celbeden ihlas ile yapılan bir duadır. Zira ihlas, en makbul bir şefaatçi, en makbul bir dua-yı mânevî, en kerametli bir vesile-i makasıddır.
Eğer deseler ki: “Biz öyle söylemiyoruz. Fakat Risale-i Nurları okuyarak kendi kendimize lüzumlu dersleri çıkarıyoruz.”
O zaman biz de deriz ki, aynı risalenin “…teşekkele binefsihi, yani kendi kendine teşekkül ediyor.” meselesine bir nazar edin.
Evet Hz.Üstad’ımızın dediği gibi “…bu kadar zâhir ve âşikâre bir hurafeyi nasıl bu meşhur âkıl feylesoflar kabul etmişler, o yolda gidiyorlar.” hatıra geliyor.
Hem, bu temsiller, bu mevzuya tatbik edilemez de diyemezler. Zira malumlarıdır ki, Risale-i Nur’daki temsiller, kainatta cereyan eden külli kanunların ucunu gösteren ayn-ı hakikat birer temsildirler. Yoksa hayalî birer hikaye değiller!
Evet, insan ve şeriat-ı fıtriye ve şeriat-ı İslamiye, aynı esma ve kanunlarla şekillenir ve idare olunur. Sadece ayinenin cinsi farklıdır.
Hem o anlayıştaki Nurcu kardeşlerimize kıyasen “Kur’an bize yeter!” diyenler daha makul gözüküyorlar. Zira kitabın okunması ve lugatten kelime manalarına bakmak kafi ise, onca tarikata, mürşide ve Risale-i Nur’a ve Hz.Üstad’a ne ihtiyaç vardı? Zira Hz.Üstad’ımızın dediği gibi “…en âlâ mürşid de ve en mukaddes üstad da Kur’an’dır.”
Evet Hz.Üstad’ımız, üveysi bir surette Gavs-ı Geylanî’nin terbiyesinde veraset-i nübüvvet sır ve nurlarına mazhar olarak, velayet-i kübra ashabından olduktan sonra bu ifadeleri kullanmıştır. Hz.Üstad gibi nadide-i fıtrat bir zat-ı zişanın dahi bir mürşide ihtiyacı oluyor da sizler bu ihtiyaçtan nasıl âzâde oluyorsunuz?!
İşte Aczmendî, “şeyhi olmayan, dâireye girdikten sonra, ancak dâire içinde mürşid arayabilir” emri mucibince hareket ederek, ehl-i kalb ve sahib-i hal olarak velayet-i kübra nurlarından feyizdar olmaya çalışmakta ve makalemizin en başında 8.Lem’a ve İhlas Risalesi’nden yaptığımız iki iktibasımızı şu şekilde anlayıp tatbik etmektedirler:
« Ehl-i hakikat olan Hz.Üstad ve varis-i hakikim dediği tasdikat sahibi erkanlarca müttefekun aleyh bir esas var ki: Tarik-ı Aczmendi'de sülûk eden bir insan, nefs-i emmaresinin enaniyetini ve serkeşliğini kırmak için lazım gelir ki; nazarını nefsinden kaldırıp ihvanına hasr-ı nazar ede ede tâ Fenafilihvan hükmüne gelir. “Ben” dediği vakit, ihvanının hissiyatıyla konuşur ve üstadının nazarıyla bakar ve Risale-i Nur’a kendi telif etmiş gibi sahib olur ve dellal-ı Kur’an ihvanının vekili, belki aynı hükmüne geçer. Ve hâkezâ, tâ Fenafirresul, Fenafillaha kadar gider…»
Tekkeler ehli, ehl-i tarikatın, kendi şeyhinden ve tarikatından istihsal ettiği neticeler ile ehl-i kalb ve sahib-i hal olarak tam sarsılmaz, hakiki Nurcu olabilmesi gibi, tarik-ı Aczmendi’de süluk eden Nur Talebeleri de üstteki paragrafta tarifini yaptığımız anlayış ve hareket tarzı ile tayyettiği tasavvuf berzahından maksud olan neticeleri istihsal ederler.
Peki tasavvuf berzahından maksud olan neticelere ihtiyaç varsa neden tayyediliyor; veya maksud olan neticeler nelerdir; veya tasavvuf, hakikat nedir? İnşaallah lutf-u İlahi olursa başka bir yazıda izah edeceğiz… Tarikatların hükümferma oldukları zamanlar ile Risale-i Nur’un zuhur ettiği bu Ahirzaman’ın hususiyetlerinin mukayesesi de sonraki yazılarımıza kaldı.
سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Not : Aczmendi Tarikatı hakkındaki yazılarımız, uzun süreli tahkikat ve tatbikatımızın bir neticesi olması hasebiyle, bizim için ulum-u mütearife hükmünde olup da farkında olmadan atladığımız birçok mesele ve mevzudan yeni haberdar olan okuyucularımızın yazıyı ve maksadı anlamasına mani olabilir. Onun için okuyucularımızın hem anladığı hem de bizim eksiğimiz sebebiyle anlayamadığı hususları, web sitemizin e-posta mail adresi vasıtasıyla ya da alttaki yorumlar kısmına yazarak bizimle paylaşırsa, hem bizim için istifadeye vesile olur, hem içindeki his ve suallerini dillendiremeyenlere tercüman olur hem de meselenin vuzuha kavuşmasına yardımı olur. Yanlışımız tashih, doğrumuz inkişaf eder İnşaallah.