Malatya 2 No'lu DGM'ye Karşı Müdafaa

(Müslim Gündüz - 1998)

(Kocatepe Camii Hadisesi sebebiyle Malatya 2 No’lu DGM'ye yapılan sözlü ve yazılı müdafaa'dır)
MAHKEMETARİHGEREKÇEMADDEHÜKÜM
Malatya 2 No’lu DGM 19971996 Kocatepe Camii Hadisesi7-148 AY

Malatya 2 Nolu DGM2 No’lu DGM Başkanlığına;

Huzurunuzda bir mücrim olarak bulunmaktayım.

İsnat edilen cürümler şunlardır: “Laik Cumhuriyet rejimine karşı tehdit, sindirme, yıldırma metodlarıyla mücadele eden örgüt kurucusu ve yöneticisi olmak.

Buraya bir nokta koyarak, davanın esasını tespit etmekte sayın Hey’et-i Hakimeye kolaylık sağlayacak bazı hususları peşinen arz etmek istiyorum.

Siyasetten, siyasî düşüncelerden, hiçbir tefrik yapmadan şiddetle nefret ediyorum. Doğrusu son iki senelik hadiselerden sonra siyasilerden de hiçbir ayrım yapmadan aynı şiddetle tiksinmeye başladım.

Hak hileye muhtaç değildir. Hile yapmak hainlerin işidir. En büyük hi­leyi hilesizlikte bulanlardanım.

Yaşım 60’a bir-iki basamak kaldı. 1985’ten itibaren kendi kendime: “Dünyaya çalıştığın artık yeter. Bundan sonraki hayatını ahiretini kurtarmağa tahsis et.” dedim ve cemiyeti terk ettim. Evimde kitaplarımla arkadaş oldum.

Bir kavle göre farz olan, cami cemaatini terk etmemek için günde bir defa ikindi namazlarında camiye çıktım ve namazın akabinde bir saat kadar Hadis-Fıkıh ve Risale-i Nur sohbetlerinde bulundum. Yani 1985 yılından 1996’nın 28 Aralık tari­hine kadar ben kendi kendimi hapsetmiştim. Bu tarihten sonra ise Demokratik rejim beni oradan aldı, kendi hapsine koydu.

Benim evimdeki özel hapsimin sevabı azdı. Cihad fazileti yoktu. Ömür boyu işlediğim hatalarıma kefaret olamıyordu ki; Cenab-ı Hak, meşakkatli fakat sevaplı, sıkıntılı fakat faziletli olan bu Lâik rejimin hapishanelerini bana mekân eyledi.

Mala­tya Başsavcılığının gördüğü lüzum üzerine şu anda ailemle de görüşmekten men edildim. Rabbime şükrediyorum. Günahlarıma kefaret olduğuna eminim. Evet: Kader mahkûm eder adalet eder. Hâkim hükmeder zulmeder.

Bütün bunları şunun için arz ettim: Sayın mahkemenizin beraatini temin etmek veya hakkımda takdir buyrulan tutukluluk halinin bertaraf edilmesini temin etmek gibi bir gayem ve gayretim asla yoktur ve olmayacaktır. Zira ben suçlu değilim ve vicdanen rahatım. Onun için sözlerim hakikat-ı hali beyandan ibaret olacaktır.

Ne güzel söylemişti Hz. Bediüzzaman (r.a.) : “Musibetlerin tenevvü musikinin tenevvüü gibi ruhuma hoş geliyor.

İmam-ı Rabbani (r.a.) da şu kanunu koymuş: “Bir şeydeki cismin ra­hatı vardır, orada ruh ızdıraptadır. Bir yerdeki cisim ızdıraptadır, orada ruh huzuru vardır.” Bu sözler Raculullah sözüdür. Benim gibi biçareler o erkeklerin sofralarından ar­tanlarla idare etmeye çalışırlar.

Şimdi işlediğim söylenilen cürümlerin izahına geliyorum:

  1. Laik Cumhuriyet rejimine karşı tehdit oluşturmak
  2. Sindirme, yıldırma metodlarıyla mücadele eden örgüt kurmak.
  3. Bu örgütün yöneticisi olmak

Laik Cumhuriyeti yıkmak için ele geçirilen silahlar:

  1. Sarık
  2. Sakal
  3. Cübbe
  4. Asa
  5. Şalvar

Suçüstü yapılan yerler:

  1. Camiler, Mescidler ve Sohbet meclisleri

Efendim, Meşhur hikâyedir: Adam bilmediği bir adresi birisinden sorar. Tarifini alır ve adrese giderken daha ilk sokağa yanlış girer. Arkasından bakan diğer adam; “Sen bu kafayla o adresi çabuk bulursun.” der. Bizim işimiz aynen onun gibi…

İddianamede sıralanan suçlar ilk defa duyduğumuz isnadlar değildir.

1925 ten 1960’a kadar tam 35 sene Üstadım Hz. Bediüzzaman (r.a), aynı ittihamlarla zin­danlarda çürütüldü.   

Dünya çapında bir ilim otoritesi olan İskilipli Atıf Hoca (r.a), aynı iddialarla masumen ve mazlumen şehid edildi.

Muhammed Esad Erbili H.z’leri 90 küsur yaşında, ömründe hiç görmediği Menemen’de örgüt kurmak suçundan zehirlenerek şehid edildi.

Abdulhakim Arvasî H.z’leri, Süleyman Hilmi Tunahan Hz’leri aynı ittihamlarla zindan­lara atıldı.

Dâhi Şair Necip Fazıllar, Serdengeçti Osman Yükseller, Milli Şair Mehmed Akifler, Eşref Edibler ve binlerce Risale-i Nur Talebeleri aynı iddialarla mahv-ü perişan edilmişlerdir.

Artık iddianameler matbu hale getirildi. Sadece bu mücrimin (!) ismi boşluk yere yazılıp mahkemelere sevk ediliyorlar. Eh şimdi de demek sıra benim ismime gelmiş.

Yazık, çok yazık, binlerce yazık ve eyvahlar. Bu kafayla saadet sarayına nasıl gidilir bi­lemiyorum.

Suçumun (!) birincisi: “Laik Cumhuriyet rejimine karşı tehdit oluşturmak.

Cumhuriyet bir sistemin adı, Lâiklik ise o sistemde idare metodlarından sadece birisinin ismi.

Lâikliği Cumhu­riyetin ayrılmaz parçasıymış gibi ona bitişik göstermek tam bir cerbeze örneğidir. Lâiklik başkadır, Demokrasi başkadır, Cumhuriyet daha başkadır. Bunlar ayrı ayrı şeylerdir.

Cumhur; İnsan topluluğu demektir. İstişareyi farz kılan Rabbimizin emrettiği İslâm dini, cumhuri bir dindir. Ben de Cumhuriyetçiyim. Hz. Bediüzzaman da Cumhuriyetçiydi. Hz. Ebubekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.), Hz. Osman (r.a.) ve Hz. Ali (r.a.) birer cumhurbaşkanı ve birer halîfe idiler.

Fakat İslâm Cumhuriyetçiliği, o ismin arkasına sığınıp Cumhurun evini yıkıp viraneye çevirmek değil, hakiki Cumhuriyetçiliktir.

Asgari 30 milyon insanı vahşice doğrayan Lenin ve Stalin’in kurduğu Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri veya Mao’nun emsalsiz zulümlerini icra ettiği Çin Cumhuriyeti veya Muasır Firavunlardan olan Kaddafi’nin Libya Cumhuriyeti veya Yemen Cumhuriyeti gibi cumhuru ezmek için bir paravana değildir.

 “Eğer sen sırat-ı müstakimi bırakırsan, Adaleti terk eder zulme saparsan, seni şu kılıcımla yola getiririm.” diyen sıradan bir vatandaşın, Hz. Ömer (r.a.) gibi bir halifenin yüzüne haykırabildiği hakiki bir Cumhuriyettir, İslam’ın kabul ettiği Cumhuriyet…

Lâiklik, diğer tabiriyle Lâdinilik; 1937 de T.C. anayasasına girmiş bir mefhumdur. Ve maalesef sadece bir tahakküm kelimesi olarak orada kalmış hiçbir zaman deruhte ettiği mana istikametinde kullanılmamıştır.

Meşhur 163. madde ile tam bir dinsizlik dinî olarak tatbik edilmiş, Besmele çekmeyi, Allah demeyi suç haline getirmiş bir engizisyon aleti olmuştur. 163 kalktı ama mübarek lâiklik öyle bir şey ki Türkiye’de, hemen kendisine 312. maddeyi buldu. 163’e rahmet okutturacak zulümlerine kaldığı yerden devam etti.

Eskiden birisine selâm versek hemen 163. madde mucibince 1.5 sene hapis, bir sene sürgün ve amme haklarından men cezası hazırdı.

Şimdi ise; “Sayın makine mühendisleri… size hitap ediyorum” desek, hemen 312. madde devreye giriyor, makine mühendisleri demekle milletin bir kısmını diğer kısımların üzerine kışkırttın, ayırımcılık yaptın, haydi 1.5 sene hapis ve ebediyen amme haklarından men cezası…

Tabii ki bütün bu işkence maddeleri “Kurtlar sofrasındaki kuzulara tatbik ediliyor.” Hani meşhur kurtla kuzu hikâyesi…

Sayın hakimler; Eğer Müslim Gündüz sevgili (!) İtalyanların Versace konfeksiyonundan bir takım elbise ve maşalı bir kravat alıp giyseydi, saçlarını biryantinleyip otuz milyonluk bir diplomat ayakkabısı alsaydı; Allâh’a yemin ederim ki, şu mahkemelerime ve iki seneden beri hapishanelerde çile doldurmalarıma sebep olarak gösterilen bahanelerin on mislini yapsaydım hakkımda en ufak bir tahkikat dahi yapılmazdı.

Bütün mes’ele “Bazılarının hoşuna gitmeyen bir kıyafetle gezmemdir.” Yani kurtla kuzu mes’elesi…

1985 ten 1996 ya kadar evinden dışarı çıkmayan bir adam rejime karşı nasıl bir tehdit oluşturmuştur?

Kurduğu örgütle insanları nasıl korkutmuştur ve nasıl sindirmiştir?

Bu nasıl bir örgüttür?

Merkezi neresi? Üyeleri kimler, masrafları, defterleri, demirbaşları, silahları nerede?

Bu der­ece sudan bahanelerle bir insanın haysiyetiyle oynanır mı? Hürriyeti elinden alınır mı?

Bizzat Adalet Bakanı Sungurlu’nun itirafıyla sabit olan; Asayişi ve emniyeti temin ve tesis edemedikle­ri hapishanelere atılır mı?

Sungurlu bir Adalet Bakanı olarak ancak o kadar konuşabiliyor. Şu anda hapishanelerde hiçbir can emniyeti yoktur, her adam her an öldürülebilir veya yaralanab­ilir. Ben Ankara Merkez Kapalı Cezaevinde bulunduğum on beş ay içerisinde üç kişi tabancayla vurularak öldürüldü. Yaralamalar artık bir şeye sayılmıyor…

Yine Metris Cezaevinde bir isyan patladı 6 adam yakılarak öldürüldü. Bu vasatta bir insan zan üzerine, şüphe üzerine hatta kıyafeti hoşuna gitmediği için hangi adalet duygusuyla cezaevine atılabilmektedir?

Kurduğum örgütün delili neymiş? Video bantları. O bantları, Elaziz Müftülüğünün resmi yazısıyla mescid olduğu sabit olan mescidimde ikindi sohbetleri sırasında bazı dinleyiciler almışlar, kaydetmişler. İçerisinde ne var; ayetten, hadisten, fıkıhtan başka bir şey var mı?

Milliyet gazetesindeki bir röportaj baş delillerden birisi gibi gösterilmiş. Yarı yarıya mu­habirin uydurmalarından meydana gelen o röportaj rejim için tehlike oluşturan bir örgüt nasıl oluyor?

Söz söylemek, fikirlerini açıklamak nasıl bir örgüt oluyor?

Hani Cumhuriyet vardı, hani Lâiklik vardı, hani Demokrasi vardı, ne oldu bunlara?

Örgütün nasıl olduğunu biz mi bilmiyoruz yoksa başkaları mı?

Örgüt; PKK gibi olur, DHKP/C gibi olur, TİKKO gibi olur…

Silâhı olur, askeri olur, eğitim kampı olur, telsizi olur, erzak depoları olur, adam öldürür, yol keser, uyuşturucu sa­tar veya pislikleri derinlemesine yeni yeni ortaya çıkan (bir yazarın dediği gibi) tüm Cumhu­riyet devrinin kravatlı bir kısım devlet ricali gibi devleti ve milleti soyar… vs. vs.

13 senedir evinden dışarı çıkmayan bir adam örgüt kurmuş, idare ediyor demek ne kadar insafa sığar.

Hem sonra kime karşı ne için örgüt kuracağım. Ömrünü milletin birliğine ve bütünlüğüne vakfetmiş bir insana yapılabilecek en büyük bir iftiradır bu. İnsan kendi vatanında kendi milletine karşı örgüt kurar mı? Dünyayı talâk-ı selâse ile boşamış bir insan dünyanın nesi­ni elde etmek için örgüt kurar?

Bir zaman Kırıkkale’de bir gazeteci bana; “Devlet Başkanı olmak istemez misiniz?” diye lüzumsuz bir soru sormuştu. Ben de her zamanki hasbiliğimle bir iki lâf etmiştim. O hasbi lâflar meğer makama hakaret manasına geliyormuş. Ondan da bir ağır ceza davası geçirip beraat aldım.

Her neyse, herkes her şeyi yapabilir diye herkes birer mücrim gibi hapishanelere atılmaz. İmkânat başkadır, vukuat başkadır. Delil lâzımdır. Bu kadar büyük bir ittihama karşılık gösterilen gülünç bahaneler; aslında benim böylesi yanlış işlerle asla alaka­dar olmadığıma delildir.

Ben artık kabrin arkası için çalışıyorum. Bu yaştan sonra dönüp heveskârane dünyaya bak­mak benim için lüzûmsuz ve mâlâyanidir. Sözün doğrusu budur. Takdir hakkı elbette sayın mahkemenizindir.

İddianamede Risale-i Nurlara ve Hz. Bediüzzaman’a (r.a) Cumhuriyet karşıtlığı ve Lâiklik muhalifliği sebebiyle suç isnad edilmiş. Cumhuriyetle ilgili Hz. Bediüzzamanın (r.a) ve Risale-i Nurların nokta-i nazariyesi yukarıda arz edilmiştir.

Ezcümle: Risale-i Nur eserleri 75 senelik neşir ve eğitim hayatıyla ve meydana getirdiği İman ve Kuran hizmetiyle güneş gibi bu memleketi tenvir etmeye devam ediyor. Hakkında yapılan iftiralar sebebiyle 1500’den ziyade mahkemelerden beraat kararları almıştır. Yerçekimini yeniden keşfetmeye lüzum yoktur. Eğer Risale-i Nur’un müspet hareket emrine ittiba eden muazzam Nur hizmeti olmasaydı, o zaman bu memleketi, anarşinin elinde ne hale düştüğünü hep beraber görecektik.

Evet bana yapılan bunca zulümlere rağmen Dinim için, Kur’an’ım için, Vatanım ve Milletim için, Risale-i Nur’un İmanî ve Kur’anî düsturları muvacehesinde hizmetime devam edeceğim. Giz­li din düşmanlarının oyunlarına gelmeyeceğim İnşaallah.

İnşaallah bu hal üzere Rabbimin huzuruna çıkacağım. Risale-i Nur’a, Kur’an’a ve İman’a hizmet kusurundan ne kadar varsa torbama doldurulsun, onları şerefle taşıyacağım.

Lâiklik mes’elesine gelince; Laikliği ne ben, ne Risale-i Nur, ne de Hz. Bedüzzaman benimsiyor ve itikadımca benimsenmesi de mümkün değildir.

Yalnız bu benim için tamamen bir vic­danî kanaat mes’elesidir. Şahsi fikrimdir. Kanunen serbest olduğu halde ilim ve fikir bazında da olsa herhangi bir kimseye telkinde bulunmamışım. Burası mahkeme salonu olduğu için sayın mahkeme hey’etine fikirlerimi açıkça arz ediyorum.

Bence Lâikliğin Türkiye’deki tatbik şekli, tam bir dinsizlik ve eksiksiz bir Ateizmdir.

Zaten 1937 yılına kadar Laiklik diye bir mefhum TC kanunlarına girmemiştir. Ancak bu tarihten sonradır ki; (eğer iddiası doğruysa) Dr. Rıza Nur’un Maarif vekili veya Sağlık Bakanı iken yaptığı telkinler sonucu Lâiklik fikri benimsen­miştir.

Malum olduğu üzere Dr. Rıza Nur Lozan Anlaşması’nın ikinci murahhas azasıdır ve “Hayat ve Hatıratım” adlı eserinde Ateist olduğunu açıkça beyan etmektedir.

İddianamedeki Atatürk ile ilgili isnatların hiçbirisinin Risale-i Nur eserlerinde yeri yoktur.

İddianame bu hususta o kadar acemice iddialarla doludur ki; me’haz olarak gösterdiği ese­rin ismini dahi doğru yazamamış. Nur külliyatında Barla mektupları isminde bir eser yoktur.

Bu gibi ağızdan dolma mesnetsiz iddiaları okuyunca doğrusu aklıma bir başka husus geliyor. Diyorum ki; acaba sayın savcı Nuh bey bazılarına hakaret etmek istiyor fakat yapamıyor da; filanca söylüyor kurnazlığına mı baş vuruyor.

…………

İddianamede eksik bırakılan benimle ilgili bir kısmı tamamlıyorum:

Evet ben 1961 yılında (çok şükür), asrımızın sönmez bir güneşi ve hakiki bir mürşidi olan Risale-i Nur eserlerini okumaya başladım. O zaman Karabük Demir ve Çelik Fabrikalarında çalışıyordum. Ayrıca da tekniker okuluna devam ediyordum. Risale-i Nurlardaki tedris metodunu Kastamonulu Allame Mehmed Feyzi Efendi’den aldım.

Mehmed Feyzi Efendi Hz. Bediüzzaman’ın 8 sene hizme­tinde bulunmuş ve Risale-i Nur’un sır kâtibi ünvanını almıştır. 1957’den 1977’ye kadar tam 20 sene gerek iş ve gerekse tahsil için garpta kaldım. 1977 de Elaziz’e geldim. Risale-i Nurun birin­ci ve en birinci talebesi unvanına sahip Çanakkale gazisi Emekli Albay İbrahim Hulusi Yahyagil’in derslerine devam etmeye başladım. Lillahilhamd o zatın (r.a) 1986 yılındaki vefat tari­hine kadar hemen hemen hiçbir sohbetini kaçırmadan devam ettim. Bu bir kusursa, bu kusuru ömrümün en şerefli bir kusuru olarak kabul ediyorum.

…………….

Sayın hakimler keşke ben şu aldığım haksız mahkumiyetlerin on mislini alsaydım da, Türkiye’deki adalet mekanizması vicdanla cüzdan arasına veya siyasetle zulüm cenderesine girmeseydi.

…………

Yanlış olabilir ama kanaatimi söylüyorum: Türkiye’de Adalet, siyasileşti mülk de gidicidir. Bu sakim yoldan çabuk dönülürse ona bir şey demem.

………..

İddianamede: “Sanık Müslim Gündüz Sarık, Cübbe ve uzun elbise den oluşan kıyafetini giymiş ve mahkeme huzurunda da giymekte direniyor” deniliyor. Evet nihayet bakla ağızdan çıkıyor. Bütün mesele sarık, cübbe ve uzun elbise. İşte iftiharla dem vurulan 75 senelik Türkiye Cumhuriyeti nizamının sosyal yönden ve fikir hürriyet itibarıyla aldığı mesafenin en güzel bir örneği.

1950’ye kadar kendi vatandaşını Ankara Ulus’tan öteye, Kızılay tarafına geçirmeyen, ondan utanan kafa hiç değişmemiş. Yine, bin senelik kültür değerlerinden utanan, tarihinden, kökünden, ecdadından kopmuş, İngiliz ve Yahudi menşeli bir meş’um tasarruf.

Yeryüzünde görülmüş müdür ki; Devlet kendi işini gücünü bıraksın, öz milletinin örfünü, âdetini, kılığını kıyafetini, dinini diyanetini yasak etsin, onları yıkmaya çalışsın. İşte bunun bedeli 75 senelik dahili amansız bir boğuşma.

Allah billah aşkına söyleyin, şu iddianame ile ileri sürülen cürümler (!) köy ihtiyar heyetinin halledebileceği basit mes’eleler midir? Yoksa DGM gibi olağanüstü ve bence İstiklâl mahkemelerinin devamı mahiyetindeki mahkemelerin meseleleri midir?

75 senedir harp görmemiş Türkiye ile 50 sene evvel yani ikinci dünya harbinde yerle bir olan Almanya’ya ve Japonya’ya bakın ve kendi milletiyle boğuşan bir nizamın ne kadar kâr ettiğini varın siz hesaplayın.

Her neyse, bu iddiaya karşı mukadder olarak şu sualler akla geliyor: Peki kısa mı giyineyim?

Kısalığı ne kadar olsun? Meselâ: ismi Türkçeye göre çok ters olan bir antrenör var, adı Toşak mıdır nedir? 3 Temmuz 1998 Cuma günü Star Televizyonu’nun 19:30 ana haber bülteninde be­lirttiği gibi; şortla gidip İstanbul Bahçelievler savcılığına ifade verdiği kıyafeti sizce nasıldır? Ben de mahkeme salonlarına aynı kıyafetle çıksam nasıl olur? Neyse huzurunuzu ihlâl etmemek için bu komediyi kısa kesiyorum.

Sayın hakimler; İslâmî itikada göre Ahiret hayatının kurtulmasının bir tek çaresi vardır; o’da Resulullah (a.s.m) Efendimiz’e tabi olmaktır. Her halinde ona ittiba etmektir. Sünnet-i Seniyyeyi edep olarak biliyorum. Ve itikad ediyorum. Onun dışını ise kendimce edepsizlik olarak biliyorum. İddianemede suç olarak gösterilen kıyafetim ibadet kastıyla giydiğim elbiselerimdir. Evimde öyle giyiniyorum. Evin içerisine müdahale eden bir kanun olur mu?

Zannediyorum münzevilerin giyimine karışan Türkiye Cumhuriyetinden başka yeryüzünde bir devlet yoktur. Devletin güvenliğini korumak için kurulan DGM’ler nelerle uğraştırılıyor elbette görüyorsunuz.

Bütün dünyayı sarık balyalarıyla doldursanız veya cübbelerle doldursanız veya Toşak’ın şortuyla doldursanız bunun asayişle, nümayişle, örgütle, komiteyle ne alakası olabilir? O zaman şöyle bir tasnif yapılamaz mı; mini etekliler çetesi, beyaz takkeliler komitesi, kot pantolonlular örgütü vs. Doğrusu bu kadar ciddi mahkemelerde bu kadar sudan bahaneler, beni adalet namına utandırıyor.

Sayın Hakimler;

Bu memleket insanlarının vicdanlarına yapılan baskının derecesini işte görüyorsunuz. Avrupalılar söylediği zaman da kızıyoruz. Dünyanın şu garabetine bakınız ki, elin gavuru “Vatandaşına insanca muamele et.” diyor da bizim ağalar olmaz diyor.

Hem insan bir toprak parçasına neden vatanım der? Orada istediği zaman kısa, istediği zaman uzun, istediği zaman dar, istediği zaman geniş giyebilmek için oraya vatanım der. Elverir ki adab-ı muaşerete mugayir olmasın.

Tekrar ediyorum: Sarık, Sakal, Cübbe, Şalvar ve Asa normal bir Sünnet-i Seniyye kıyafetidir. Normal bir vatandaş kıyafetidir. İnsan sokakta gezdiği kıyafetiyle mahkemeye gelecek, başka nasıl olur. Tıpkı Toşak’ın şortuyla mahkemeye gidip engelsiz ifade verdiği gibi, ben de uzun ve geniş kıyafetimle mahkemelere geleceğim. Bunun direnmeyle ne alâkası var.

Sayın Hakimler;

Demokrasi ve Laiklik hususundaki fikirlerim bellidir. Ben bu iki mefhu­mu benimsemiyorum. Beşeridirler ve Avrupa’nın uydurmaları ve bence sakat birer idare şekilleridirler. Memleketimizin gerçeklerine aykırıdırlar. Amma bunlar benim şahsi fikirlerimdir. Zorla, cebirle işim yok. Bir vicdanî kanaat meselesidir. Kaldı ki bu demokratik laik siste­min tıkandığını artık işleyemez hale geldiğini Kör gördü, Sağır da işitti bu memlekette. İşte üç kelimesinden birisi Demokrasi ve Laiklik olan ve kendi ifadeleriyle Demokrasinin çocukları olan devlet ricalinin bu husustaki bir kısım sözleri ve kanaatları:

 “Demokratikleşemedik; cumhuriyetten, demokratik cumhuriyete geçmeye çalıştık ama ya­pamadık. ” (Reisi Cumhur S. Demirel 14-9-1997 Hürriyet)

 “Her işimiz A’dan Z’ye bozuktur. Bu sistem değişmelidir.” (Başbakan Refik Saydam 1939, 14-3-1998 Sabah Çetin Altan, 2-1-1998 Zaman)

 “Ortada bozuk bir düzen var, bahsinden hareketle toplumlunuzda ekonomik, sosyal ve kültürel yönlerden gördüğümüz bütün aksaklıklar temeldeki bu düzen bozukluğudur. Ve Türkiye’de kurulu ekonomik ve sosyal düzen bozuk ve adaletsizdir. Türkiye’nin hızlı kalkınmasına da sosyal adalet içerisinde gelişmesine de elverişli değildir. Düzen bozukluğunun köklerine inmeksizin yapılacak yüzeysel düzeltmelerle darboğazları aşmak mümkün değildir.” (Başbakan Yrd. Bülent Ecevit 2-1-1998 Zaman)

“Üçüncü nokta da yönetimdeki erkin, yani siyasal sistemin yetersizliğidir. Parlamenter Demokrasimiz iyi işlememektedir. Çünkü 1950’den günümüze git gide seviye kaybetmekteyiz.” (Prof. Toktamış Ateş 2-1-1998 Zaman)

“Kime sorduysak, aynı cevabı aldık ve yıllardır almaya da devam ediyoruz: Türkiye’nin A’dan Z’ye değişmesi şart… Öyle makyaj filan yapılarak değil, kökünden değişmesi lâzım. Top­lumun önünü tıkayan, yıllardır sürdürdüğümüz bugünkü sistemler artık iflas noktasında… Yağma düzeni, rüşvetler, cinayetler, soygunlar bu sistemin ürünüdür…” (Sedat Sertoğlu 8-6-1998 Sabah)

“Siyasi sistem iflas etmiştir, Türkiye’yi peşinden sürüklüyor… Türkiye’de siyasî sistem soru­nu vardır…” (Bülent Eczacıbaşı 26-9-1998 Akit)

“Ama meclis üstünden soyulmak, rezaletin son perdesidir ve dileriz bu soygun, Türkiye Cumhuriyetindeki çürüme dönemini bitiren silkinişin sebebi olur.” (Güngör Mengi 6-1-1998 Sabah)

“Halkın yüzde sekseni meclise güvenmiyor.” (Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı 2-1-1998 Zaman)

“Adalet sistemimiz tamamen çağdışı.” (M. Ali Birand 30-8-1998 Milliyet)

“Biz genelde kopya ediyoruz. Dışardan yasa getirip tercüme ediyoruz ve kendimize uygu­luyoruz. Bundan artık vazgeçmeliyiz.” (Adalet Bakanı Oltan Sungurlu 30-8-1998 Milliyet)

“Tam Bağımsız ve yargıçları tam güvenceli bir yargımız var mıdır? Hayır yoktur. Vic­danı ile cüzdanı arasına sıkışan hâkimin kararının sağlıklı olacağını düşünmek, insan doğasına ters düşer.” (Yargıtay Başkanı Mehmet Uygun 8-9-1998 Basın)

”Vatandaşlar adliyeye güvenmiyor. Yargının yerini mafya aldı” (Adalet Bakanlığı Ra­poru 11-9-98 Sabah)

“Anayasal dengeler ve demokratik teamüller altüst oldu. Akıl, iz’an insaf hepsi gitti…” (Prof. Mustafa Erdoğan 11-6-1997 Öncü)

“İHD Ankara Şube başkanı Yıldız Temürtürkan’ın TC Devleti için kullandığı; ‘mafya­laşmış devlet, kaba kuvvetin hâkim olduğu hukuk dışı devlet, cinayet işleyen (cani) devlet, suçluları yönetici yapan, serveti koruyan devlet’ ifadelerini Yargıtay 9. Dairesi hakaret kabul etmedi.” (10-5-1998 Posta)

…………….İddianamede “Asa” üzerinde özellikle duruluyor. Ateşsiz silahtır deniliyor. Ayrıca Yaprak TV’de İBDA’cı gençler hakkında: (İslam’ın çekilmiş kılınçlarıdır.) Tabirini kullandığım söyleniyor. Gayet tabii ki bu sözüme 1960 ihtilaline denk bir mana kazandırılmış.

“Asa” hakkında Kur’an-ı Kerim’de 11 ayette bahis vardır.

Ezcümle: Bakara Suresi 60. Ayet’te: (Musa’ya “Vur asanı taşa” buyurduk. Asasını vurduğu yerden, on iki pınar fışkırıverdi.) buyuruluyor.

Başta Peygamberimiz (a.s.m) olarak bütün peygamberler ve salih kimseler asa taşımışlardır. Hatta ve hatta 2. Dünya harbi diktatörlerinin resimlerinin çoğunda asa ma­nasında ellerinde baston taşıdıkları görülmektedir.

Asa hakkında ateşsiz silah denilmiş, halbu­ki asıl ateşli silah asadır. Bir kibrit çaksanız gürül gürül yanar. İğde ağacından parmak kalınlığında bir daldır Asa dediğiniz. Acaba bu ateşsiz silah 13 seneden beri kaç kişinin ka­fasını yardı, gözünü çıkardı? Aynı şeyi bir tükenmez kalem yapamaz mı? Çelik topuklu bir kadın ayakkabısı yapamaz mı? Onlarda mı ateşsiz silah? Allah insaf versin!

Kılıç tabiri halk arasında; neyi varsa ortaya döktü manasında daima kullanılır. Bir sohbette tartışma olmuşsa “Kılınçlar çekildi” tabiri her zaman kullanılır. Risale-i Nur’da ise çok sıklıkla “Elmas kılıçlarınız” yani: Kalemleriniz veya diğer bir ibaresinde: “Cihad-ı hariciyi, şeriat-ı Garranın berahin-i katıasının elmas kılıçlarına havale ederiz.” emrederek edebî istiare­lerde bulunmuştur. Benim tabirim bu manadadır. Baş kesen iki yüz sene evvelki kılıçlarla bir alâkası yoktur.

İddianame sahibi bu kadar sudan mes’elelerle dolu bir iddianame yazmaktan dolayı telaşlanmış olacak ki; en sonunda savcıların asli vazifelerini ve sarıkla, cübbeyle, çarşafla uğraşmanın en büyük bir vatanperverlik olduğuna kendisini ikna etmeye çalışmaktadır. Ne diyeyim, bu da müspet sayılabilecek bir merhaledir.

Son sözüm şudur: Sayın Mahkemenizden beraat talep ediyorum. Zira suçlu değilim.

Bir isteğim daha var. O da; bu vatanın hakiki evlâtlarını, mahkemenizin hür zemininde vatanımın kara bahtı için matem tutmaya davet ediyorum. 

 

Müslim Gündüz

Kapalı Cezaevi-MALATYA  1998

Yorum bırakın

Scroll to Top