Müslim Efendinin Kendi Kaleminden Birkaç Mektup
29 Eylül 1997 Tarihli Mektup
3 Kasım 1997 Tarihli Mektup
3 Kasım 1997 Tarihli Mektup
28 Ağustos 1998 Tarihli Mektup
Kardaşlarım…
Biliyorum sizler yeni dünyaya geldiğinizde Anadolu analarının adeti olduğu üzere, anlınıza kan damgası basılmıştır. İşte o günden beri İslam için damgalanmış koçlarsınız, mübarek olsun.
Hani asrın en büyük körüne veya Rus Başkumandanı Nikola’ya izzetle karşı koyduğu için idam hükmü verilen bir Bediüzzaman vardı ya; işte sizler ona layık bir hayrülhalef oldunuz mübarek olsun.
Hani Eskişehir, Denizli, Afyon mahkemelerinde dinsizliğin altı alameti olan altı maddeden altı defa idam talebiyle yargılanırken; “Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa her gün biri kesilse hakikat-i Kur’aniyeye eğilen bu baş sizlere teslim-i silah etmeyecektir!” diyen bir Said Nursi vardı ya; işte o koca mücahide tam layık bir evlat oldunuz mübarek olsun.
Hani ömrünün son otuz beş senesini zindanlarda engizisyon mahkemelerine eş duruşma salonlarında geçiren fakat İmanından, İslam’ından zerrece taviz vermeyen bir mücahid vardı ya; işte o mücahide tam layık bir ayine oldunuz, mübarek olsun.
Ağustosun sıcağında gün boyu penceresiz ring arabasının içerisinde güneşin altında tam on iki saat mahkeme salonuna alınmak için veya öldürülmek için bekletilmekle on dokuz defa ağır zehirlerle zehirlenen o muazzez Üstad’a tam bir kardeş oldunuz mübarek olsun.
Sandıklı kazasından alınarak elleri arkada bağlı, hanımıyla beraber süngülü nöbetçi tahakkümü altında yaya ve kışın en şiddetli soğuğunda Afyon il merkezine getirilen bu yolculuktaki soğuğun şiddetinden elleri felç olan Risale-i Nur’un kahraman talebesi Ahmet Çavuş; ta Niğde’den ta Afyon’da ta Eskişehir’den ta Maraş’dan Konya’dan işkenceler altında mahkemeye getirilmekle ne güzel bir meyve oldunuz mübarek olsun.
Öldü bitti viraneye döndü zannedilen iman ve İslam ağacının tam seksen sene sonra meydana çıkan ne kadar tatlı bir meyvesi oldunuz mübarek olsun.
Damgalanan koçlar demiştim sizlere evet o damgalılardan birisi Hafız Ali(ra)idi. Bir diğeri Binbaşı Asım(ra) idi. Hz. Bediüzzaman’ın yanında zulmün celladına mübarek boyunların uzatmışlardı. Kur’an aşkına, Resulullah (asm) aşkına ve Allah aşkına sizler de Bekir Göl’ünüz ile aynı cellada aynı aşkla aynı şevkle boyun uzattınız mübarek olsun.
Hülasa Resulullah’ın, ashabın, sülehanın, şühedanın ve 14. Asr-ı Muhammedi’de Dellal-ı Kur’an olan Hz. Bediüzzaman’ın ümidi, yaranı ve dostu oldunuz ne olur ömrünün son günlerini sayan şu müflis Müslim’i de bir hizmetçi gibi aranıza kabul etseniz? Ah ne olur? (Haşiye)
Biçare Müslim GÜNDÜZ
28 Ağustos 1998
Mektup 4 Eylül 1998’de Niğde’ye ulaştı.
(Haşiye: Bu mektup, engizisyon zulümlerinin devamı olarak Aczmendi mücahid maznunlarının Niğde mapushanesinde sakallarının kesilmesi ve sarıklarının çıkartılması sonrasında Ankara Ulucanlar mahpushanesinde esir edilen H. Müslim Efendimizden geldi. O zulüm günlerine dair küçük bir manzarayı paylaşmak isterim.
Cebren sakallarımız kesilmezden bir hafta evvel cezaevi müdürü aniden koğuş kapılarını açtırarak geldi..
Abdest alıyorduk. Aniden kapı açılınca her birimiz ne bulmuşsak elimize alıp kapıya koştuk.. Müdür’ün “Ziyarete geldik.” sesiyle durduk..
“Hayırdır müdür, sen bizi ziyarete gelmezsin?” dedim. Dedi ki; “Kesin emirdir! Bir hafta müddet. Bir hafta içinde sakalları keseceksiniz! Ankara’dan emir var!”
“Adalet Bakanı Şevket Kazan mı, yoksa Milli Güvenlik konseyi mi, Çevik Bir mi emretti?” dedim. Cevap vermedi.
“Yan koğuşta Meşhur kabadayı, mafya babası Kürd Ahmed’de sakallı. Ona sakalını kes! Dedin mi? Veya Diyecek misin? Diye sordum. “Hayır!” dedi.
“Her mahkûma demiyorsun da bize neden diyorsun?” deyince,
“Bize verilen emir öyle.” dedi. Ve arkasına bakmadan gittiler.
4 gün sonra gardiyanlar koğuşa gelip; “Müdür Bey seni istiyor.” dedi.
Ashabil Kazmamür’ü ile Feyzullah Parlak kardeşi ile birlikte müdürün odasına girdik.
Manzara şu:
Müdür ve cezaevi asayişinden mes’ul komutan ayaklarını üst üste -yana bükerek- atmış, şekilli sekilli tripler içinde bize bakıyorlar.
Müdür “Oturun” dedi. “Hayır oturmaya gelmedik. Söyleyeceğini söyle.” dedim.
“Daha sakalları kesmemişsiniz “dedi.
“Bana bak müdür. İçerde devlet sizsiniz, dışarda biziz. Bize çarparsan …….., emekli olunca da Türkiye’nin neresine gidersen git, seni buluruz ……. yıldızları göremezsin.” dedim.
Komutan huysuzlaştı, lafa atladı: “Biz gerekirse bir milyon şeriatçıyı asar yolumuza devam ederiz..” dedi.
“Öyle mi….? Sen yokken, ben de yokken şapka için ataların beş yüz binden fazla şeriatcıyı astılar. 67 sene geçti. Ben ve buradakilerin hepsi, seriat icin can vermeye geldik. Söylesene laiklik için can verecek kaç kişi var? Yok ki?”
Komutan: “Bu ne demek?”
“Soyunuz tükeniyor.” dedim. Sonra müdüre dönerek;
“Şeriat gümbür gümbür geliyor müdür, dediğimi unutma!” deyip, hiddet ve şiddetle sırtımızı dönüp çıktık.
Üç gün sonra bilmem kaç yüz askerlerin korumasındaki gardiyanlar, bizi koğuşlardan derdest edip, yaklaşık 100-200 metrelik koridorlardan sürükleyerek bir salona getirdiler.
Gördüğüm manzara şu: Belki 10 gardiyan Mehmet Türker Temiz’in üzerinde, bir o kadarı Şahap Bingöl’e çullanmış. Diğerlerini asker ve gardiyanların arasında kaybolmuş. Bağrışmalardan ve arbedenin şiddetinden kimin ne dediği ne vaziyette olduğu anlaşılmıyor.
……………………….
O ara bayılmışım.
Kendime geldiğimde benimle Ashabil Kazmamürü’yü “tuvalet çevirmesi olmayan” bir hücreye attılar..
İkimiziz… Dedim ki; “Ashabil Usta, hacetimiz gelirse hiç çekinmeden söyleyelim. Kulağımızı gözümüzü kapatır ihtiyacımızı görürüz.”
Bu şartlar altında o hücrede cezamızı doldurup, koğuşlara geçtik.
Ebuzer Yıldız
Ashabil Kazmamürü (Evet) Feyzullah Parlak (Evet)