Müslümana Müslüman Eliyle Zulmediyorlardı
(Niğde F Tipi Cezaevi Mevkufları)
Yıl 1997. Yer Niğde F Tipi Cezaevi.
20 kişi olarak Eskişehir Özel Tip Cezaevinden Niğde’ye paketlemiştik. Burada tren vagonunu gibi dizili 4 ayrı koğuşa, 5’er kişi olarak yerleştirildik. Bizleri birbirimizle görüştürmüyorlardı. Ziyaretçilerimize bin bir çile ve eziyet…Kantine gidemiyoruz, yemekler çok kötü. Yenilir gibi değil. Mektupların girişi çıkışı sıkıntılı, banyo ve temizlik müşkil… Velhasıl insani ve hukuki haklarımız gayr-ı kanuni ve keyfi olarak engelleniyordu.
Gördüğümüz muamele bu minval üzere gevşemeden devam ederken, koğuşumuza gelen cezaevi müdürü aynen şu sözleri sarf etti: “Şimdi biz burada size zulmediyoruz değil mi?”…. “Evet, hem de alasını” deyince. “Essebebül kel fail sırrınca. Sizin sevap almanıza biz vesile olduğumuz için, aynı sevap bize de yazılıyor.” İşte tam bir FETÖ anlayışı; adam her türlü kârda, zarar ihtimali hiç ama hiç yok…
Yine bir keresinde Abdülmetin kardeşin 15 günlük hücre hapsi var. Hücre hapsinin son günü mahkeme için Ankara’ya gidip gelmişti. Mahkeme dönüşü gardiyanlardan biri Abdülmetin’i hücreye değil koğuşa bıraktı. Arası bir saat geçmedi gardiyan geri geldi. “Mahkemeye gittiğin için hücre hapsinde geçirmen gereken süre eksik kalmış, seni hücreye götürmem gerekiyor.” dedi. Tabi “Öyle şey olmaz, götüremezsiniz” dedik. Hadise büyüdü.
Müdür bir baş kalkıp koğuşa geldi. Güya zor kullanmayacaklar, ikna metodu deniyorlar. Bu arada ne ikna metotlarına şahit olduk, anlatsak kitap olur. Müdür; “Mahkumu götürmem lazım. Ben herkesin tam saatini dolduracak tarzda cezasını çekmesinden mes’ulüm. Sizin arkadaşınızın şu kadar saat hücre cezası eksiği var. Cezası noksan kalırsa, ben de siz de haksızlık etmiş, günah kazanmış oluruz.”. Hani bizde saf dervişiz ya; “Aman müdürüm, biz günahtan korkarız. Al götür diyeceğiz.” sanıyor. Kardeşlerden kimdi bilmiyoruz. Salman Baykol mu? Habip Laçin mi? Anında taşı gediğine oturttu; “-Müdürüm, siz isterseniz tam yatırdıklarınızın hesabını nasıl vereceğinizi düşünün, biz arkadaşımızın eksik yatmasındaki günahı yükleniriz, problem etmeyin.”. Tabi ellerini boş gönderdik.
Yine aynı müdür ve beraberindeki 6 yetkili (Artık onlar kimdi ne vazifeyle gelmişlerdi bilmiyoruz.) şu bahsettiğimiz ikna metodu ayağına koğuşa gelmişler. Anlatıyorlar da anlatıyorlar. Her lafının altında ayrı bir entrika, ayrı bir tuzak, ve ayrı bir fitne çekirdeği. Zihinlerimizi ifsada çalışıyorlar.
Bi ara; “Sizlerin birçoğu yüksek tahsilli, yani cahil değilsiniz. Bir kısmınız ise ilkokul mezunu. Nasıl anlaşabiliyorsunuz merak ediyorum doğrusu. Ayrıca anlamakta zorlandığım bir başka husus, sünnet olduğu halde (Hani terkinde günah yok ya, oradan yakalıyor ilahiyatçı müdürümüz) ‘kıyafetimizi çıkarmayız ölürüz!’ diyorsunuz. Halbuki çıkarsanız mahkeme sizi bırakacak ve dışarıda hizmetinize devam edebileceksiniz. Sizin gibi tahsilli insanların kıyafetteki bu inadına bir anlam veremiyorum” dedi.
Abdülmetin araya girdi: “-Sayın Müdürüm, evvela tahsil konusundaki tespitinizde hatalısınız. Biz Üniversiteliler diğer kardeşlerimizi kendimizden daha ziyade bahtiyar biliriz. Zira onlar okullardaki materyalist fen ve felsefeden daha az zarar gördüklerinden; akılları, kalp ve ruhları daha temiz kaldı. Sizin anlayacağınız onların anlayışının gölgesinde geçinip gidiyoruz. Sarık meselesine gelince. Diyelim ki tahsilimiz yüksek de olsa, anlayışımız geniş de olsa biz vatandaşlarınız bir cahillik gösterip, güya sarık meselesine takılıyoruz. Yersiz direniş gösteriyoruz. Peki aylardır bunu bize dayatan koca Devlet’in cehaletine ne demeli? Siz de biliyorsunuz ki, bu bir cehalet meselesi değil. Öyle olsa bu rejimin kurucusu ‘değiştirilmesi teklifi dahi edilemez’ kaydını koymazdı bu kıyafet yasasına.”
Velhasıl; psikolojik, sistematik, fiziki işkencelerle bizi yıldırmaya çalışıyorlardı. Bu yapılan insanlık dışı muamelelere karşı bir şey yapmalıydık, ama ne? Çok konuştuk, istişareler yaptık, açlık grevi kararı aldık.
Açlık grevi, daha ziyade solcuların kullandığı bir yöntem olması hasebiyle pek sıcak değiliz ama naçarız. Ayrıca bir önceki ölüm orucunda idareyi bayağı bir hizaya soktuğumuzdan, işe yarayacağını düşünüyoruz. Açlık grevine öncekinde olduğu gibi toplu girmeyecektik. Koğuş koğuş girecektik. Bizim koğuştan başladık. Hatırladığımız kadarıyla Maraşlı Kara Hacı, Hamza Sertbaş abi, Beykozlu Şahap Bingöl, Kırıkkaleli Kasım Gülşen vardı.
Koğuşumuzdaki banyo diğer koğuşun banyosu ile sırt sırta idi. Sıcak su girişi aynı borudan gelirdi o da haftada bir cuma günü. Yan koğuşumuzda gaz ocağı vardı ve orada aşçımız, büyük abimiz, anamız babamız, Maraşlı dev adam Eshabil Ustamız vardı. Biz açlığın tesiri ile bitkin haldeyiz. Namazın sonu, selam ve olduğumuz yere devriliyorduk. Derken bir gece yarısı duvara vuruluyor ve bir ses; “Banyoya git, musluğu aç.”
Ama neden? Bugün Çarşamba sıcak su mu vermişlerdi acaba? Ve banyoya gittik. Musluğu açtık. Gelen sıcak su değil, sıcak süttü. Sürahiyi doldurduk ve doyasıya içtik.
Eshabil Usta’ya bu zeka ve ilhamı vererek, banyo borusunu kırdırıp oradan diğer koğuşa süt gönderen Rabbimize hamd olsun. Tabi iki ayrı tesisatı tek boruda halleden hırsız müteahhidin de hakkını teslim etmek lazım.
Tabi iş sütle kalmadı. Ardından çorba çeşitleri imdadımıza yetişti. Mercimek, tarhana, ezogelin vs. Usta ne zaman duvara bir kez vursa, hemen leğeni kapıp banyoya fırlıyorduk.
Gardiyanlar şokta, bizde zaman geçtikçe görülen dirilik ve dinçlik. Namaz, tesbihat, evrad, zikir, kaside, güreş, futbol vs vs….. diyorlar ya size ne oluyor? Biz çok açlık grevi gördük, üç günde herkes pert. Siz ise maşallah belli bile etmiyorsunuz. Nasıl oluyor? “Biz Allah için buradayız. Ehl-i dünya keyfi olarak bize zulmediyor. Ama Allah bize yardım ediyor…” Tabi “Allah bize Eshabil Usta’nın dehası sayesinde süt ve çorba ikram ediyor.” demiyoruz, gardiyanlara.
Niğde F Tipi Cezaevi Mevkufları