Nurcularla Hasbihal
«Kur’ân, şeriatın müteaddit ve çok ilimlerini, hakikatin mütenevvi’ ve kesretli ilimlerini, tarîkatin muhtelif ve hadsiz ilimlerini kendi ilminin denizinden akıttığı gibi;… Evet, bütün yirmi beş adet Sözlerin doğru hakikatleri, Kur’ân’ın bahr-i ilminden ancak yirmi beş katredir.» [25.Söz 1.Şule 2.Şua 3.Lem’a]
Evvelki “Hakikat Mesleği” adlı yazımız “Tasavvuf berzahından maksud olan neticelere ihtiyaç varsa neden tayyediliyor; veya maksud olan neticeler nelerdir; veya tasavvuf, hakikat nedir?” suali ile hitama ermişti.
Bu suale nasıl cevap vereyim diye düşünürken, daha doğrusu nereden başlayayım diye karar vermeye çalışırken epey zorlandım.
Zira bu mesele ile alakalı o kadar çok ıstılahî mefhum var ki, hem hepsi birbirinden ayrı hem de hepsi birbiriyle münasebettar…
Tasavvuf, Tarikat, hakikat, şeriat, ilim, amel, ihlas, hatve, ef’al-esma-sıfat-şuun-zat tecellileri, bu tecellilerin zıll ve asılları, ilme’l-ayne’l-hakka’l yakîn, seyr ü sülûk, velayet-i suğra-vusta-kübra ve hâkezâ…
Ve elbette bütün bu mefhumlara muhatab olan zühre, katre, reşha misal ayineler ve bunların maruz kaldığı istidad ve kabiliyet berzahları da işin bir başka vechesi …
Bu sebeble belki de yazımız tahmin ve niyetimizden çok daha fazla uzayacak.
Muhatablarımızın Mühim Bir Kısmı Nurcu Kardeşlerimizdir
Muhtelif sohbetlerde, aynı bu mevzularla alakalı sorulan suallere verilen muhtelif cevapların temelinde meselenin bu kadar dallı budaklı olması yer almaktadır. Cevap anında meclisin halet-i ruhiyesi, hem sohbeti yapanın ders esnasındaki hem de sailin mazhar olduğu esmalar cevabın rengini değiştirdiği için bazen mevzuları zihinde derleyip toplamak müşkil olmaktadır.
Hz.Üstad’ımızın “… Bana tam tevafuk eden tam hissedebilir. Yoksa tam zevk edemez…” [4. Şua] ifadelerinin işaret ettiği ve ders verdiği bir mana budur. Her kim ki, okuduğu veya dinlediği bir derste tecelli eden esmalara, o esnada mazhar ise, o kimsenin dersteki istifadesi esmaya mazhariyeti nisbetinde ziyade olur.
Biraz evvel zikrettiğimiz ıstılahları düşünürken hatırıma geldi ki, madem mesleğimizin en mühim bir esası ve en kısa bir tarîk-ı hakikat ihlastır; öyleyse mütalaamıza, İhlas Risalesi’ndeki ihlas hürmetine himmet isteyerek, “ihlas” emri ile giriş yapalım.
Fakat “dolu gelen” veya dolu olduğunu zanneden bir muhataba ne anlatılabilir?! Bu mütalaamız, esas itibarıyla Risale-i Nur’un hakikat mesleği ile alakalı olduğu için, nefsimizden sonra muhatablarımızın mühim bir kısmı Nurcu kardeşlerimiz olacak. Bu sebeble evvela o muhatablarımızın akıl ve vicdanlarındaki boşlukları göstermek veya bir nebze yer açmak lazımdır ki anlatılan hakikatlere kulak kabartılsın.
Aczmendi'ye Mukabelede Bulunabilecek Eli Kalem Tutan Bir Kahraman Çıkaramadılar
Buna binaen Nurcu kardeşlerimizle bir cihetten kısa, bir cihetten de uzun bir hasbihalde bulunmak istiyorum. Zira bu kardeşlerimiz, tarikat ve Risale-i Nur’un irşad mesleği hakkında kabul-ü adem ile bir iddiada bulundukları halde, istidlal hususunda adem-i kabul gibi meseleye lakayd kalmayı tercih ediyorlar.
Fikriyat, anlayış ve tatbik tarzımızı beyan eden ilk eserimiz 1991 senesinde neşredildiği halde, bu vakte kadar, Aczmendi’ye mukabelede bulunabilecek eli kalem tutan bir kahraman çıkaramadılar.
Ey Nurcu kardeşim!
“Hakkı hak olarak görüp ittiba etmek; batılı batıl görüp içtinab etmek” duası hakikaten mühim ve büyük bir duadır.
Zira « İnsan çendan bütün esmâya mazhar ve bütün kemâlâta müstaiddir. Lâkin, iktidarı cüz’î, ihtiyarı cüz’î, istidadı muhtelif, arzuları mütefavit olduğu halde, binler perdeler, berzahlar içinde hakikati taharrî eder. Onun için, hakikatin keşfinde ve hakkın şuhudunda berzahlar ortaya düşüyor; bazılar berzahtan geçemiyorlar. Kabiliyetler başka başka oluyor; bazıların kabiliyeti, bazı erkân-ı imaniyenin (veya mesleğimizin bazı hakikatlarının) inkişafına menşe olamıyor. Hem esmânın cilvelerinin renkleri mazhara göre tenevvü ediyor, ayrı ayrı oluyor; bazı mazhar olan zat, bir ismin tam cilvesine medar olamıyor. Hem külliyet ve cüz’iyet, ve zılliyet ve asliyet itibarıyla, cilve-i esmâ başka başka suret alıyor; bazı istidat cüz’iyetten geçemiyor ve gölgeden çıkamıyor. Ve istidada göre bazan bir isim galip oluyor, yalnız kendi hükmünü icra ediyor; o istidatta onun hükmü hükümran oluyor.» [24.Söz 2.Dal]
Aczmendiler Risale-i Nur'un Delisidirler
İşte bizler ehl-i sünnet ve cemaat; ve de ehl-i sünnet içinde Aczmendi olarak, Kur’an-ı Azîmüşşan’ı doğru anlamak için hadislere, hadisleri doğru anlamak için sahabeye, onları da doğru anlamak için tabiinin büyüklerine ve tebe-i tabiinin en büyüklerine ve İmam-ı Âzam, İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbani, İmam Bediüzzaman gibi asfiya ve müceddid-i din olan zevat-ı kirama bakıyoruz. Tâ ki, Kur’an’ı ve hadisleri anlayışımıza, nefsimiz, enaniyetimiz, arzularımız, perdelerimiz, gafletimiz, kabiliyetsizliğimiz müdahale etmesin.
Bir mü’minin Kur’an’a bakışı, eğer kendisi doğrudan Kur’an’dan tefeyyüz edip istifade edebilen velayet-i kübra ashabından değilse, iki halden hâlî değildir; ya zikrinde bulunduğumuz silsile ve zevat-ı kiramın ölçülerine muvafıktır, onların dürbünüyle Kur’an’a nazar eder, anlar ve tatbik eder, hal ve harekatını onlara tashih ettirir; yada aksi bir hal üzere nefsanîdir, dünyevîdir, arzîdir.
Onun için bahsinde bulunduğumuz silsile ve isimlerini zikrettiğimiz zevat-ı kiram ve emsallerinin bizlere talim ettiği ölçülerin dışındaki herbir izah nazarımızda menfurdur. İşte Risale-i Nur eserlerine de bu nokta-i nazardan bakıyoruz. Bu cihetten Risale-i Nur’un delisiyiz.
Ey Aczmendileri Risale-i Nur Talebesi Olarak Görmeyen Kardeşler!
Ey kardeşler!
Biliriz ki, bizi Risale-i Nur Talebesi olarak görmezsiniz. Fakat bizi dinlemeden, kendi ezberlerinize göre bizi değerlendirmek ehl-i hakikate yakışmaz kanaatindeyim. Hacı Müslim Efendi’nin Risale-i Nur’a bakışımızı anlatan sohbetini dinlemenizi tavsiye ederim.
Endişelenmeyin, korkmayın! Zaten kısa olan o sohbeti dinlemekle Nurculuğunuz zarar görmez, belki kuvvet bulur. Risale-i Nur’a o tarzda bakan bir Aczmendi’nin Risale-i Nur ile nasıl meşgul olduğunu ve olacağını tahmin edersiniz…
Madem Risale-i Nur talibi olarak ehl-i tahkiksiniz veya olmanız gerektir; hem madem hissettiğiniz ihtiyaçlara binaen gazete okursunuz, televizyon izlersiniz, İbn-i Sina’yı, İbn-i Haldun’u, hatta Eflatun’u, Marks’ı, Engels’i tahkik edersiniz, muhtelif hoca efendilerin konuşmalarını dinlersiniz, sempozyumlara katılarak beğendiğiniz beğenmediğiniz birçok insanı dinlemek zorunda kalırsınız, ilââhir…
Öyleyse, Risale-i Nur talebesi olarak kabul etmeseniz de, Risale-i Nur camiası içinden çıkan, 83 senelik ömrünün 63 senesini bilfiil Risale-i Nur hizmeti içinde geçiren ve hizmetine el’an devam eden bir “Şeyh Efendi”nin Risale-i Nur’a bakışını tarif eden kısa bir konuşmasını dinlemekten içtinab etmeniz yakışık almaz.
İlaveten O’nun diğer sohbetlerine ve şerhlerine de nazar etmeniz ehl-i tahkik olmanın bir gereği değil midir? Belki de O’nun anlayışı daha isabetlidir? Kudrete -haşa- zor mudur ki, böyle bir ihtimale ihtimal vermiyorsunuz?
Rahim ve Ehad olan Allah (cc), kullarına lütuf ve keremini taksim ederken sizi mi şahid tutmuştur ki, lütfa mazhar ve ma’kes Allah’ın (cc) aciz ve zayıf bir kulunu gördüğünüzde onu inkar ve reddetmek cihetini tercih ediyor ve hatta bununla da iktifa etmeyip bazılarınızın yaptığı gibi gıybet ve iftirayı irtikab ediyorsunuz?
Hem “hangi birisini dinleyelim; Risale-i Nur namına konuşan o kadar çok insan var ki” demeniz de yersiz olur; çünkü Nur camiası içinde farklı konuşan sadece o “Şeyh Efendi” ve talebeleridir.
Ağabeylerimizin Anlamadığı Bir Şeyi Müslim Gündüz mü Anlamış Sualine Cevap
“Ağabeylerin anlamadığı bir şeyi O mu anlamış, ağabeylerin yok dediği bir şeyi O mu görmüş?!” diye istihfafi bir sualiniz olursa, ben de derim ki:
Biz Risale-i Nur eserlerine de, yukarıda bahsinde bulunduğumuz ehl-i sünnet ve cemaatın usûlü üzere bakıyoruz. Yani silsileye tabi oluyoruz. Yani sizler, Risale-i Nur telifatının bittiği tarihten sonra Hz.Üstad’ın hizmetinde bulunmuş, Üstad’ın emrine rağmen kendilerinden evvelki saff-ı evvele tabi olmayan o zamanın gençlerine tabi olmuşsunuz; beğenmediğiniz bu zat ise, Hz.Üstad’ımızın hayrulhalef ve varis-i hakikisi olarak zikrettiği Abdurrahman Efendi’ye mukabil kendisine verildiğini emrettiği erkan talebelerinden ders almış.
Bu zatlar ki, Hz.Bediüzzaman onlara erkan demiş; icazet vermiş [Kastamonu Lahikası Sf:190-Zehra Yayıncılık] ; maddi-manevi bütün işlerini onlara havale etmiş [14.Şua Sf:470 – Zehra Yayıncılık] ; şark vilayetlerinden Hz.Üstad’ın ziyaretine gidenlere “Hulusi orada değil miydi?” buyurmuş; «başta Hüsrev olarak o erkânların hiçbir hareketini tenkit etmemek ve kemâl-i ihlâs ve samimiyetle onlara tesanüd ve tam kardeş olmak lâzımdır» [Emirdağ Lahikası Sf:327 – Zehra Yayıncılık] emretmiş ve hâkezâ…
Bu nokta-i nazardan, yukarıda tarif ettiğimiz usûle hangi tarafın tatbikatı daha muvafık düşüyor?
Şimdi bu ağabey dediğiniz zevat, hangi işlerini yaparken Hulusi Efendi (ks), Hüsrev Efendi (ks), Mehmet Feyzi Efendi (ks) ve emsalleri ile istişare ederek onların emirleri muvacehesinde hareket etmişler; o erkanların hangisine kemal-i ihlas ve samimiyetle tesanüd ve tam kardeş olmuşlar?
Diyeceksiniz ki, ağabeyler dediler ki; “Biz Hulusi Ağabeyden, Mehmet Feyzi Ağabeyden böyle bir tarikat dersi görmedik.”
Ben de derim ki, onların görmemesi, meseleye bakış açılarından neş’et edip, erkan zatlar tarafından, Hz.Üstad’ın emri mucibince, ikinci hizmet devresine ait o sırlara teşrik edilmemelerine binaendir.
Zira Risale-i Nur, bir daire değil; mütedahil daireler gibi tabakatı var. Erkânlar ve sahipler ve haslar ve nâşirler ve talebeler ve taraftarlar gibi tabakat var. [Kastamonu Lahikası Sf:107 – Zehra Yayıncılık].
Hiç kimse Risale-i Nur’dan hissesiz kalmasa da herkes her bir meselesini tam anlamaz. Yaşım itibarıyla, kendilerine yetişebildiğim zevatı ziyaretim mahdud olmasına rağmen, bu sayılı ziyaretlerimde dahi, ağabeylerinizin görmedik dedikleri hususlarda ders almışım ki; mesela Sultan Mehmet Feyzi Efendi’nin (ks) “bir müddet terbiye görmek gerektir” emrini bizzat işitmişim.
Maksadınız Risale-i Nur’u Anlamak mı Yoksa Kendi Kabul ve Anlayışınızı Dikte Ettirmek mi?
Ey kardeşler!
Bilirim ki, içinizden birçoğu, bu makalelerimizin muhtevası tarikattan bahsettiği için eline dahi almayacak; korku, endişe ve cehaletine binaen göz gezdirmekten imtina edecek; ve belki de hasbelkader eline alıp okuyan bir talebeyi gördüğünde onu azarlayacak.
Lakayt kalana bir şey anlatılmaz. İşaratü’l-İ’caz’daki «cehl-i mürekkebe nasihat tesir etmediğinden, onlardan tamamıyla i’raz etmek lâzımdır» emri mucibince, bu lakaydlığınızın devamı halinde muhatablıktan sukut edeceksiniz.
Risale-i Nur’dan aldığımız derse binaen, nazarımızda “ehl-i insaf bir münekkid lakayd kalana müreccahtır.” Zira insafla tenkid eden, yanlışı varsa kabul ettikten sonra kendisini düzeltebilir; bizim yanlışımız varsa o bizi düzeltir… Bununla birlikte, Hz.Üstad’ımızın «…Hakikaten Âtıf, fıtraten Risale-i Nur’a ve meşrebine ve hizmetine ve tam talebe olmasına ve sırr-ı ihlâs ile fenâ-fi’l-ihvan düsturuna tam müsaiddir » [Kastamonu Lahikası Sf:218 – Zehra Yayıncılık] emrinin delaleti ile tam talebe olmak ve fenâ-fi’l-ihvanı yaşamak, yani Risale-i Nur’un irşadından külli bir surette hissedar olmak fıtrî bir meseledir.
Onun için Risale-i Nur’un irşadından nasibi olmayan; tarikat ve zikirden nefretkarane uzak durmayı tercih ediyor.
Öyle ki: İstanbul tarzı hizmetin mühim mümessillerinden bir ağabey, 90’lı senelerde Hacı Müslim Efendi’nin davet edildiği bir televizyon programına telefonla bağlanarak Dördüncü Mektub’taki “Der tarîk-ı Nakşibendî” ibaresini, “Nakşibendi tarikatında” diye ifadelendirdiği halde; aynı cümle kalıbında olan “Der tarik-ı aczmendi” ibaresini “aczini bilme yolunda” diye izaha yeltenmişti.
Dershane-i nuriyelerde hükümferma olan bu aynı anlayış ve ruh, şimdi kitaplara girmiş durumda. Neşriyatın birisinde, bu cümlelerin izah edildiği yerde, o zamanki o ağabeyin izahı tarzında ifadeler kullanılmış. Hem de latin hurufu kaidelerine göre, “Nakşibendi” kelimesi özel isim olarak büyük harfle yazıldığı halde, “aczmendi” kelimesi, özel isimden çıkarılarak, iktibas ettiğimiz tarzda küçük harfle başlatılarak cins isim suretinde yazılmış. Bu vaziyet karşısında insana sormazlar mı “maksadınız Risale-i Nur’u anlamak mı, yoksa kendi kabul ve anlayışınızı dikte ettirmek mi?!”
Zaman Tarikat Zamanı Değil İbaresi Zamanla Mukayyet Bir Emirdir
Ey Nurcular!
Sizin istinad ettiğiniz; fakat aciz ve davasında zayıf insanlar gibi, muhatabınızı dinlemeden, düşünmeden ve muhakeme etmeden, nakarat gibi sürekli tekrar ettiğiniz şu anda hatırıma gelen (yazının ilerleyen kısımlarında hatırıma gelen veya Aczmendi.com’un e-posta adresi kanalıyla intikal eden başka meseleler olursa onları da ilave ederim inşaallah) dört-beş mesele var:
Biri, Hz.Üstad’ımızın Risale-i Nur’un birçok yerinde zikrettiği “zaman tarikat zamanı değil” ibaresi. Halbuki Emirdağ Lahikaları’ndaki bir mektub, zamanla mukayyet olan bu emrin, yine Üstad’ımızın bizzat kendi ifadeleri ile nesh edildiğini aşikar bir surette göstermektedir:
« Şimdi en mühim tekkeler ehli, ehl-i tarikattır. Bütün kuvvetleriyle Nur Risalelerini nurlandırmaları ve sahip çıkmaları lâzım ve elzemdir. Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatini düşünüp “tarikat zamanı değil, bid’alar mâni oluyor” dedim. Fakat şimdi, sünnet-i Peygamberî dairesinde, bütün on iki büyük tarikatın hulâsası olan ve tariklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarikat ehli kendi tarikatı dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi. Hem ehl-i tarikatın en günahkârı dahi çabuk dinsizliğe giremiyor; kalbi mağlûp olamıyor. Onun için onlar tam sarsılmaz, hakikî Nurcu olabilirler.» [Emirdağ Lahikası Sf:334 – Zehra Yayıncılık]
Şimdi, Hz.Üstad’ımızın medrese-i nuriyeler hakkında tek bir ifadesi ile sayıları on binleri bulan dershane-i nuriyeleri sistemleştiren bir Nur Camiası, ziyadesiyle “zaman tarikat zamanı değil” tahşidatından sonra bu hükmün iptal edilerek “şimdi en mühim tekkeler ehli, ehl-i tarikattır” ifadeleri ile de teyid edilen emir karşısında ne yapması gerekirdi?
Üstadımız “zaman tarikat zamanı değil” ifadesini ne kadar çok kullanmışsa, o hüküm iptal edildikten sonra o ifadelerin hepsi yeni hükme inkılab etmiş olmaz mı?
Sizlerin edebsizce ve seviyesiz bir şekilde “yeni hizmet tarzından haberleri yok” diyerek beğenmediğiniz; halbuki Üstad’ımızın ifadeleri ile “Nurların zuhuruna medar” olan erkan zatlar ise Hz.Üstad’ın bu yeni emrine muvafık bir surette hareket etmişlerdir.
Hülasasıyız Dediğiniz Tarikat Ehlini İçinizde Tutabileceğiniz En Ufak Bir Emareniz Yok
Hem Emirdağ Lahikaları’ndaki bu hükmün, faraza nesh tarafını düşünmesek bile, bir ehl-i tarik, kendi istikametli tarikatında gördüğü ve aldığı dersin bir nümunesini ve benzerini o tarikatların bir hulasası olan Risale-i Nur’da, daha doğrusu Risale-i Nur dersi yapılan yerlerde görmezse, Hz.Üstad’ımızın “lazım ve elzem” emrini nasıl tatbik eder?
Ehl-i kalbi dairesi içinde tutamayan ve ehl-i tarikın intisablarını kopartmadan Risale-i Nur’dan istifade ve tefeyyüz etmelerine imkan tanımayanlara yazıklar olsun!
Nasıl bir “hulasa” anlayışınız var ki, hulasası olduğunuzu söylediğiniz tarikatlara ait, ehl-i tarikı içinizde tutabileceğiniz en ufak bir emareniz bulunmuyor!
Farkında mısınız bilmem amma, ekseriyet-i mutlaka itibarıyla ehl-i tarikın Risale-i Nur ve erkanları ile bir problemi yok ve olmamış; belki Hz.Üstad’ın emrine muhalefet ederek o erkanların tatbikatına itiraz edip tenkid eden sizlerde problem var!..
Hakikat Mesleğimizin Tarik Olup Tarikat Olmadığı Meselesi
Nurcu kardeşlerimizin bizleri dinlemeden, söylediklerimizi düşünmeden ve muhakeme etmeden itiraz ettikleri ve bu itirazlarında kullandıkları dört beş meseleden biri olan zamanla mukayyet “zaman tarikat zamanı değil” ibaresinden sonra, şimdi de “Hz.Üstad, mesleğimizden bahsederken hakikat mesleği, sahabe mesleğinin bir cilvesi gibi tabirler ile bir tarik olduğunu söylüyor. Tarikat değil diyor” şeklindeki ifadelerinize bakalım.
Evvela, buna mukabil biz de Barla Lahikası’ndaki ibarelerle diyoruz ki:
«Tarikatların esası olan azimet ve takva şu kesretli bid’atlar içinde yapmak pek müşkildir. Hem TARİKATTA; şu zamanda en eslemi Yirmi Altıncı Sözün âhirlerinde bir nebze yazılmıştır.» [Barla Lahikası Sahife 69 Zehra Yayıncılık]
Hz.Bediüzzaman’ın, 26.Sözün ahirinde izah edilen tarikı, aşikar bir surette tarikat olarak isimlendirdiği bu ifadelerinden anladığımız şu ki: Risale-i Nur’da “tarikat” ifadesinin iki manası vardır.
Biri bid’atların mani olduğu, tatbikatını müşkilleştirdiği bir mana ki, zaman zaman Risale-i Nurlarda da, mesela Telvihat-ı Tis’a’da ve 5.Mektup’ta geçen “tasavvuf” manasıdır; diğeri ise, insanları Allah’a vasıl eden, hakaik-ı imaniyenin inkişafına vesile olan yolların hepsinin müşterek adıdır ki, bu yollar dahi üç kademedir.
Birinci kademesi ki, burada müridler tasavvuf ilmi ile irşad ve terbiye edilirler. Risalelerdeki «Tarikatlar hakikatların yollarıdır» [27. Sözün Zeyli] ve «… Ehl-i tasavvufun mabeyninde fenâ-fi’ş-şeyh, fenâ-fi’r-resûl ıstılahatı var. Ben sofi değilim.» [21. Lem’a] ifadeleri bu manayı iş’ar etmektedir.
İkinci kademede hakikat ilmi istimal edilir. Risale-i Nur talebelerinin irşad ve terbiye ilmi.
Üçüncü kademede ise şeriat ilmi ile terbiye hasıl olur. Risale-i Nur’da, bütün tarikat ve hakikat mesleklerinin müntehası [Telvihat-ı Tis’a 7.Telvih] olarak zikredilir.
İmam Rabbani (ra) hazretleri de «Seyr ü sülûk, hareket-i ilmiyeden ibarettir» [Mektubat-ı Rabbani 144.Mektup] ifadeleri ile bu manaları ders vermiştir.
İşte Barla Lahikası’ndan yaptığımız iktibasın delaleti ile 26.Söz’ün ahirinde izah edilen tarik de bir tarikattır.
Öyleyse Risale-i Nurlar’da geçen “tarikattan ziyade hakikattır, şeriattır” ifadesi ile “tarikat berzahına girmeden zahirden hakikate geçmek” manalarındaki “tarikat” kelimesinden maksat “tasavvuf” ilmidir.
Yani Aczmendi Tarikatı “tasavvuftan ziyade hakikattır, şeriattır” ve irşad usûlü de “tasavvuf berzahına girmeden zahirden hakikate geçmek” suretindedir. Risale-i Nur’un mesleği, talebelerini “hakikat ilmi” ile terbiye eden bir tarikattır.
Telvihat-ı Tis'a Nedir? Telvihat-ı Tis'a Nelerden Bahsetmektedir?
Üçüncü meselemiz de Telvihat-ı Tis’a hakkındadır. Daha doğrusu, sizin meseleniz olmadığı için aldandığınız bir mesele.
Telvihat-ı Tis’a nedir, nelerden bahsediyor diye sorulsa, ekseriyetle şu cevap verilecektir: Tarikatlardan ve tarikatların vartalarından bahseden bir risaledir.
Evvela; evet tarikatların sekiz adet vartasından bahseden bu risalede, o vartaların hemen akabinde de dokuz adet fayda ve lüzumundan bahsedilir; fakat bu husus özellikle nazara verilmemektedir.
Saniyen; Nur camiasının “tarikat” hakkındaki peşin kanaatlarından dolayı, ekser Nurcu, bu risaleyi kendi ile alakalı olarak görmediğinden, “telvihat” kelimesinin manasına dahi bakmamıştır. Halbuki “telvih” ve “telvihat” kelimelerinin manası için Yeni Lugat’te şöyle yazıyor: “Lüzumlu şeylerden bahsetmek suretiyle olan kinaye. Kinaye halindeki işaretler.”
Ne dersiniz?! Risalenin ismi dahi birçok manaları ifham etmiyor mu?!
Salisen; Eğer Nurcuların anladığı gibi “zaman tarikat zamanı değil”, tarikatlar iptal oldu gibi bir mana sahih ise, Hz.Üstad kendisinin ve talebelerinin itham ve mahkemesine sebeb olacak bir risaleyi niye yazsın? Eğer ehl-i tarike yazılmış desen, senin telakki tarzına göre tarikatların iptal olduğunu söyleyen bir zatın kitabını hangi ehl-i tarik okur? Senin de zaten tarikatle bir alakan yok! Hakîm ismine azami mazhariyeti olan bir zat için bu abesle iştigal düşünülebilir mi?
Rabian; Ey Nurcu kardeşim! Sen bir ehl-i İslam olarak, Kur’an-ı Hakîm’de, mesela ehl-i kitap hakkındaki bir kıssayı, bu ayetler ehl-i kitap için yazılmıştır diyerek kabil-i ihmal görebilir misin? O kıssalar ve ayetler birçok hükmün menşei olmamış mıdır? O kıssa ve ayetlerin birinci derece muhatabı mü’minler değil midir?
Bilâ teşbih, sen bir Nurcu olarak, ilham mertebesinde telif edilmiş bir Risale-i Nur’un birinci muhatabı, senin üstadının kendi nefsi olduğu halde, aynı Risale-i Nur’un ve O üstadın talebesi olmana rağmen, sen kendi nefsini bazı risalelerden nasıl azade görebiliyorsun? Bu durumda, bu nasıl bir talebeliktir?!
Mesela, Tabiat Risalesi sadece tabiat bataklığına saplananlara mı hitab eder? Gençlik Rehberi, Hanımlar Rehberi yalnız gençlere ve hanımlara verilen bir ders midir? İhtiyarlar Risalesi’nden istifade etmen için kırk yaşını geçmen mi gerekmektedir? Yoksa bu risaleleri sırf başkalarına anlatmak için mi okuyorsun? Telvihat-ı Tis’adan aldığın ders, sadece ve sadece “Tarikatların vartaları” mıdır?! Yazıklar olsun böyle talebeliğe!
Hamisen; Bir de Hz. Üstad’ımızın Telvihat-ı Tis’a için ne dediğine bakalım: «Tarikatlerin hakikatlerini ilmen beyân eden Telvihat Risâlesi var ki; bir ders-i hakîkattir ve yüksek bir ders-i ilmîdir, tarîkat dersi değildir.» [Tarihçe-i Hayat 6.Kısım Emirdağ Hayatı Sf: 465]
Demek Telvihat Risalesi, ehl-i hakikat olan Risale-i Nur Talebeleri için yazılmış, ayn-ı hakikat bir risale imiş. Hakikat mesleğinin düstur, esas ve ölçülerini beyan eden bu şaheseri, bir de bu nazar ile okumak elzem değil midir?
Risale-i Nur Talebesinin Kemalat Peşinde Olmadığı İddiaları
Bir diğer mesele ise, ne manaya geldiğini bildiğinizi ve düşündüğünüzü zannetmediğim “kemalat peşinde değiliz” ifadeleriniz… Bunun için Telvihat-ı Tis’a’nın son paragrafına bir nazar edelim:
« Seyr-i sülûk-ü kalbî ile ve mücahede-i ruhî ile ve terakkiyât-ı mâneviye ile, insan-ı kâmil olmak için çalışmak; yani hakikî mü’min ve tam bir Müslüman olmak; yani, yalnız surî değil, belki hakikat-i imanı ve hakikat-i İslâmı kazanmak; yani, şu kâinat içinde ve bir cihette kâinat mümessili olarak, doğrudan doğruya kâinatın Hâlık-ı Zülcelâline abd olmak ve muhatap olmak ve dost olmak ve halil olmak ve âyine olmak ve ahsen-i takvimde olduğunu göstermekle, benî Âdemin melâikeye rüçhaniyetini ispat etmek ve şeriatın imanî ve amelî cenahlarıyla makamât-ı âliyede uçmak ve bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir.» [Telvihat-ı Tis’a]
Ey kardeşler!
Malumunuzdur, kemalat sahibine insan-ı kamil derler. Şimdi sizler, bu paragrafta yazılı olan şeylerin peşinde değil misiniz? Sizler ne dediğinizin ve neyi istemediğinizin farkında mısınız? Bu anlayış ve hareket tarzınız ile haliniz şu adama benzer ki, “ben cennet peşinde değilim” diyerek, insanı cennete götürecek amelleri ve feraizi terk eder.
Be hey şaşkınlar! Cenneti gaye-i ibadet etmemek ile seni Allah’ın (cc) razı olduğu Cennet’e götürecek amelleri terk etmek aynı şey midir?
Risale-i Nur’un mesleği kemalsizlik midir, yolsuzluk mudur ki fiilen kemalat düşmanlığı yapıyorsunuz; sizi insan-ı kamil, yani hakiki mü’min ve tam bir müslüman haline getirecek olan tarikattan ve zikirden nefretkarane uzak duruyor ve tabilerinizi uzaklaştırıyorsunuz?
Allah (cc) cümlemize iz’an ve şuur versin! Amin.
Dersane Nurcularının Kemalat Erbabını Kabul Etmemesi ve Reddetmesi
Diğer bir mesele de “bâki bir hakikat, fâni şahsiyetler üstüne bina edilmez; edilse, hakikate zulümdür” ifadelerini serrişte ederek kemalat erbabını kabul etmemeniz ve hatta reddetmeniz.
Evvela bu ve buna benzer ifadeleri nasıl anladığımızı yazalım, sonra da birkaç iktibas ile kısaca tahkik edelim; bakalım baki hakikatleri fani şahsiyetler üzerine kim bina etmeye çalışıyor! Zira bir söz ancak bu kadar zıttı bir manada kullanılabilir!
Hz. Üstad’ımız bu cümleleri ile şöyle emrediyor ki: “Ey kardeşlerim! Ben de Risale-i Nur’un bir talebesi olarak sizin için bir nümune-i imtisalim ki, Risale-i Nur’un hakikatları benim gibi kemalat erbabını yetiştirir. Bu kemalatı, baki hakikatları benim ile başlatıp benimle bitirmeyin, bana münhasır addetmeyin, sadece benim üzerime bina etmeyin. Benden sonra da Risale-i Nur benim gibi kemalat ehlini çıkarır ve çıkaracak. Aksi bir mana ve tatbikat bu hakikatlara bir zulümdür. Zira bu hakikatlar yaşanmak için zuhur etmiştir; mazhar, ma’kes ve ayine isterler.”
Bakın Risale-i Nur’da neler yazıyor:
« Kezâlik, bu âlemi şu kadar ziynetlerle, nakışlarla tezyin eden Mâlikü’l-Mülk, elbette ve elbette o harika, antika, mu’cize manzaraları, ziynetleri, seyircilerden, müşahitlerden, âşık ve müştaklardan, ârif dellâllardan hâli bırakmayacaktır. İşte, câmiiyeti dolayısıyla insan-ı kâmil, halk-ı eflâke ille-i gaiye olduğu gibi, halk-ı kâinata da semere ve netice olmuştur.» [Mesnevi-i Nuriye – Zerre]
« İşte, o muarrif üstadın herbir dairede birer avenesi bulunuyor. Kendisi, en büyük dairede, şakirtleri içinde durmuş, bütün seyircilere şöyle bir tebligatta bulunuyor… Demek, vücud-u üstad, vücud-u kasrın dâisidir. Ve ahalinin istimâı, kasrın bekàsına sebeptir. Öyle ise, denilebilir ki, eğer şu üstad olmasaydı, o melik-i zîşan, şu kasrı bina etmezdi. Hem yine denilebilir ki, o üstadın talimatını ahali dinlemedikleri vakit, elbette o kasr tebdil ve tahvil edilecek… Ve şakirtleri ise evliya ve asfiyadır.» [11. Söz]
« İsm-i Kayyûmun mazhar-ı ekmeli olan insan ile, bir cihette kâinat kıyam bulur.» [30.Lem’a 6.Nükte]
« Ve keza hilkat-i âlemin ille-i gaiye hükmünde olan çekirdeği yine insandır. Sonra, o şecerenin semeresi olan insandan bir tanesini şecere-i İslâmiyete çekirdek ittihaz etmiştir. Demek o çekirdek, âlem-i İslâmiyetin hem bânisidir, hem esasıdır, hem güneşidir.» [Mesnevi-i Nuriye – Habbe]
Ey Nurcular!
Şimdi siz diyorsunuz ki: “Bu hakikatları Hz. Üstad bizatihi yaşadı ve kitaplarına yazdı. Fakat ondan sonra bu hakikatları yaşayan kimse çıkmamıştır ve çıkamaz. Yani Hz.Üstad ile birlikte bu hakikatlar da toprak olup gitmiştir. Her ne kadar bu hakikatlar kitapta yazıyor olsa da onlar kitapta kalacak hakikatlar olup bizler sadece okur geçeriz. Bu hakikatları Hz.Üstad’dan başka yaşayan birisinin olduğuna inanmaz ve kabul etmeyiz.”
Halbuki Risale-i Nur’da, bir hakikatın bekasının alameti şöyle izah ediliyor:
« Nasıl gündüzde çalkanan bir deniz yüzünde ve akan bir nehir üstündeki kabarcıklarda görünen güneşcikler gitmeleriyle arkalarından gelen yeni kabarcıklar, aynen gidenler gibi güneşcikleri gösterip gökteki güneşe işaret ve şehadet ederler ve zevâl ve vefatlarıyla bir daimî güneşin mevcudiyetine ve bekàsına delâlet ederler. » [15.Şua 1.Makam 1.Kısım 8.Kelime]
Ey kardeşler!
Madem kainat hâlâ ayaktadır ve Risale-i Nur kasrı yerinde durmaktadır; öyleyse cilve-i kayyumiyet el’an devam etmektedir. Bu hakikatları yaşayan üstad-misal insan-ı kamiller, hayatları ve mevcudiyetleriyle bu hakikatların bekasına delalet etmektedirler. Ve yazıklar olsun anlayış ve tatbikatınıza ki, sizler bu baki hakikatlara zulmettiniz…
Şimdi bu izahlardan sonra, Hz.Üstad’ımızın şu ifadelerini tekrardan bir okuyun:
« Bâki bir hakikat, fâni şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse hakikate zulümdür. Her cihetle kemalde ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülmeye maruz ve müptela şahsiyetlerle bağlanmaz; bağlansa vazifeye ehemmiyetli zarardır. » [Emirdağ Lahikası Sf: 51 – Zehra Yayıncılık]
Bu cümlelerin vermiş olduğu ders nerede, sizin anlayış ve tatbikatınız nerede?!
Ey Nurcular! Mühendislik Hevesini Bırakıp Kemalat Erbabını Tanımaya Çalışın
Ey hakikati taharri eden kardeşlerim!
Maddi-manevi bu kainat, mühendislik hevesindeki nefsinizin arzu ve isteklerine göre yaratılmamış. Bence bu mühendislik hevesini bırakın da kemalat erbabını tanımaya çalışın. Hazer edin! Zira onların aleyhinde bulunmak istifadenin kesilmesine sebeptir.
Evet « âyine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir, Cenâb-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur.» [17.Lem’a 13.Nota]
Sizler de Hz. Üstad’ımızın vazifesini, davasını ve Risale-i Nur’daki bu hakikatları hayatlarıyla devam ettiren bu ayinelerden bir ayine bulun ki, o gelen velayet-i kübra feyizlerinden hissedar olasınız! Sizler kabul etseniz de etmeseniz de bu hakikatlara ayinedarlık vazifesi her cihetle kemalde ve devamdadır…
Tabaka-i Avama Risale-i Nur’un Hakikatlerini Nasıl Ulaştıracaksınız?
Şimdi de bir meseleyi, Nurcu kardeşlerimize ben tevcih etmek istiyorum. Zira memleketimizin içinde bulunduğu vaziyet itibarıyla en kısa zamanda mutlaka hallolması gereken bir mesele:
Malumdur ki, Mektubat’ta şöyle bir ibare var: « Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki, surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesâili takliden kabul ederler. Hattâ, kuvvetli bir hakikati zayıf bir adamın elinde zayıf görür; ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir adamın elinde görse, kıymettar telâkki eder. » [28.Mektub 7.Risale]
Yani akıl ve ilim yoluyla hitab edilebilecek insan kitlesi en fazla yüzde yirmidir ve bu fıtri bir meseledir, değiştiremezsiniz.
Halbuki;
Hem Risale-i Nur’un mesleği cadde-i kübra olarak avam-havas her kısımdan insana hitab eder.
Hem Risale-i Nur’un en mühim bir vazifesi, hususan avam tabakası olmak üzere “ehl-i imanı dalaletten muhafaza eylemektir”.
Hem Dershane-i Nuriyelerdeki insan kazanma verimi en iyi ihtimalle yüzde beş civarındadır.
Hem Sizler dahi ister istemez “falan ağabey böyle, filan ağabey şöyle dedi” demekten kurtulamıyorsunuz.
Peki, bu vaziyette, ilim tarikıyla ulaşamadığınız, fakat vazifelerinizden biri olan tabaka-i avama Risale-i Nur’un hakikatlarını nasıl ulaştıracaksınız? Yoksa mekteb talebeleri bize yeter deyip devam mı edeceksiniz?
Bu müzakeresinde bulunduğumuz meselelerin tafsilatını merak edenler Kütüphanemizde teşhir edilen Program (Tafsilat-ı Usul-ü Resail-i Nur) ve Risale-i Nur İrşad Kapısı kitaplarımıza bakabilirler.