Risale-i Nur’un Bir İnkişaf-ı Fevkâledesi
(Ferid Bolatkale’nin “Kemalizm'le Kavga” isimli kitabından)
“Risale-i Nur’un dersleri çok yüksektir. Her meselesini anlayamıyoruz.”
Sultan Feyzi-i Kastamonî
“Hazret-i Üstad normal hayatındaki konuşmalarında çok muğlak konuşurdu. Şivesine aşina olmayan O’nun konuşmalarını çok zor anlardı.
Vakta ki, Risale-i Nurları yazdırmağa başladı, tahiyatta oturur gibi dizlerinin üzerine oturur, kıbleye teveccüh ederdi.
Yanında bulunan bir kimse, göğsünde makina çarklarınını çalışmasını andırır bir ses işitirdi. Sonra gözlerini bir noktaya diker ve söylemeğe başlardı.
Yanında daima hâzır bulunan müsevvidler, Kur’an hattıyla yazdıkları halde, bazan yetiştiremezlerdi de birbirilerine bakarlardı.”Hulusi (k.s.) Sohbetlerinden
Risale-i Nur’un yazılışında, kaide dışı bir garabet var…
Neşrinde kaide dışı bir inayet var…
Ta’liminde ve tefeyyüzünde zahiri bir lütuf var…
Bir kimsenin âlim olması, Risale–i Nurlar anlaması için kâfi olmadığı gibi; Ümmi olması da anlayamayacağına bir emare değildir. Dağdaki çoban, dük-kandaki berber, köydeki çiftçi anlıyor, tefeyyüz ediyor da kürsüdeki vaiz, dairedeki müftü anlayamıyor… Elbette bu tespitimiz mutlak manada değil, ekseriyet itibariyledir.
Risale-i Nur ve 3 Vazifesi
Risale-i Nur; müellifinin diliyle demiş ki;
“Benim üç vazifem var:
BİRİNCİSİ: Tahkik-i İmanın neşrî ve ehl-i İmanı dalâletten kurtarmak.
İKİNCİSİ: Hilâfet-i Muhammediye ünvanıyla şeriatı icra ve tatbik etmek.
ÜÇÜNCÜSÜ: İttihad-ı İslâm davasını tahakkuk ettirmek.”
Bunların sınırları nereden başlıyor, nerede bitiyor. Birinci hizmet devre-sinin alâmetleri, ikinci kademeye geçiş tarzı ve üçüncü hizmet devresine intikal… bunlar nasıl olacak?
“Risale–i Nur’un mesaili; İlim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil; Ekseriyat-ı mutlaka ile Sûnuhat, Zuhurat, İhtarat ile oluyor.” (K. Lahikası)
Kastamonu’lu Mehmet Feyzi Efendi’den (ks) dinlemiştim: Hz. Üstad’ın (ra) vefatından hemen sonra Rahmetli Zübeyir Ağabey hariç, İstanbul takımının hemen hepsi birden Feyzi Efendi Hazretlerinin yanına gitmişler. Ne yapmaları lazım geldiğini sormuşlar.
Efendi de onlara: “Herkes memleketine gidip yerleşsin. Bulunduğu yerde, imkânları neye elveriyorsa hizmetine devam etsin. Şayet kendileri Risale-i Nurlara sahip çıkar, tekellerine alırlarsa, Ümmet-i Muhammed’in bu eserlere karşı bigâne kalmasını netice vereceğini” tenbih etmiş.
Gelenler; geliş o geliş, bir daha da böyle bir mes’ele için yanına uğramamışlar. İstanbul’da İstişare(!) meclisini kurup, risaleleri tekellerine almışlar. Tabii, hizmet namına gelinen yerin de nasıl olduğu, dost–düşman herkesin malûmu.
Evet, Risale-i Nur’un Mesâili; İlim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değildir… “Peki ne yapalım, ellerimizi kavuşturup oturacak mıyız?” Elbette değil. “Mevcuda iktifa dun-himmetliktir.” Ufuktaki hedefe varmak için karınca ayağı ile de olsa sa’yedeceğiz. Yalnız, şunu kat’iyyen bileceğiz ki; Ne ilmimizle, ne fikrimizle, ne niyetimizle ve ne de ihtiyarımızla, Risale-i Nur’un hizmetine ilâve edecek hiç bir şey yoktur. Bize düşen; ihlâs ile ve sadece emredileni yapmak arzusuyla hareket etmek ve Rabbimizden gelecek tecelliye müteveccih olup beklemektir.
Bir Te’lifat ki, müellifini aşar ve müellifini kendisine talebe yapar, lâ teşbih (Teşbih de hata olmaz) Bir Kur’an ki; Getirenini aşar, Kelâm-ı İlâhiye herkesten ziyade ve en evvel o Peygamber uyar. (Haşa, kıyas için değil, akla takrip için) Diyoruz ki: Böylesi bir hadise karşısında, aklı olana, edebiyle hareket edip, haddini aşmamak düşer.
“Evet bal arısının ve hayvanatın ilhamatından tut, tâ avam-ı nâsın ve havass-ı beşeriyenin ilhamatına kadar ve avam-ı melaikenin ilhamatından, tâ havass-ı kerrûbiyyunun ilhamatına kadar bütün ilhamat, bir nevi kelimat-ı Rabbaniyedir. Fakat mazharların ve makamların kabiliyetine göre kelâm-ı Rabbanî; yetmiş bin perdede telemmu’ eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbanîdir.
Amma vahiy ve kelâmullahın ism-i hâssı ve onun en bahir misal-i müşahhası olan Kur’an’ın necimlerine ism-i has olan “âyet” namı öyle ilhamata verilmesi, hata-yı mahzdır.” (29. Mektub)
İşte; cümlesi makam-ı cifrisiyle ve baştaki âyetin işareti-i karinesiyle, risalet ve nübüvvetin her asırda verâset noktasında nâib’leri, vekilleri bulunmak kaidesiyle, bir mânây-ı remzî cihetinde vazife-i irsiyeti yapan Risale-i Nur’u, efrâdı içine hususi bir iltifatla dahil edip, lisân-ı Kur’an olan Arabi olmayarak, Türkçe olmasını takdir ediyor.” (1. Şua)
ibaresinde belirtildiği gibi; Kur’an’ın arşından ilhamat ile gelen Risale-i Nur’un mesaili; zorlamakla değil, tavzifatla tahakkuk etmektedir.
Bütün bu sözleri şunun için söylüyorum: Risale-i Nur menşe’li hadiselerin; dıştan görünüşü itibarıyla değil, dahilden çıkışı itibarıyla değerlendirmeğe tâbi tutulması lâzımdır. Yâni, sâbıkan belirtilen son iki hedefe varabilmesi için…
Şu anda Türkiye’de Risale-i Nur adına hareket eden iki cereyan var.
BİRİNCİSİ: Temeli felsefi, aklî ve politik delillere müstenid iki renkli bir hareket. Direk siyasetle ilgili medrese faaliyetleri ve fennî ve felsefi çizgide giden mektep, yurt ve her türlüsüyle basın-yayın ve medrese faaliyetleri…
İKİNCİSİ: Risale-i Nur’u; Bediüzzaman Hazretlerinin hayatını esas alarak anlamak ve hayatını, yaşayışını ona göre tanzim etmek. Bediüzzaman’ın bu çizgisine ilâvede bulunmadan veya noksanlaştırma yapmadan, aynı aynına devam ettirmeğe çalışmak. Bu yol, Risale-i Nur talebelerinden ERKÂN denilen Hulusi’lerin, Feyzi’lerin, Hüsrev’lerin ve emsâllerinin de yoludur.
İlk yolun iki rengi ma’lumdur ki; Birisi Yeni Asya ve o fikir tâbi’lerinin yolu; ikincisi, esasta müttefik olmakla beraber (Aklî ve felsefi) metotda farklılık gösteren Gülen hareketi.
İkinci yolun ise, Aczmendî’lerin yolu olduğu zâhirdir.
Eğer yeni bir filizlenme olmazsa, Risale-i Nur hareketinin ikinci vazife-sini ve üçüncü vazifesini bu iki ana gruptan birisi yapacaktır.
“Âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir Câmî’ dir. Ve içindeki ehl-i îman ve ehl-i hakikat, o Câmî’deki muhterem cemaat’tir. O haylaz çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar; Frenkmeşrep milliyetsiz, dinsiz herif-lerdir. Sebebi seyircileri ise, encebilerin nâşir-i efkârı olan gazetecilerdir. Her bir Müslüman, hususunda ehl-i fazl ve kemâl ise, bu Câmî’e derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nasıl dikkat ona çevrilir. Eğer İslâmiyetin bir sırr-ı esası olan ihlâs ve Rızay-ı ilaî cihadında, Kur’an-ı Kerim’in ders verdiği ahkâm ve ha-kaik-i kudsiye’ye dair harekât ve amel ondan südur etse, lisan-ı hâl’i ma’nen Âyat-ı Kur’an’iye yi okusa; o vakit mânen Âlem-i İslâm’ın herbir ferdinin vird-i zebânı olan duasında dahil olup hissedar olur ve umum ile uhuvvetkârane alâ-kadar olur. Yalnız hayvanat-ı muzırra nev’inden bazı ehl-i dalâletin ve sakallı çocuklar hükmündeki bazı ahmakların nazarında (nazarlarında) kıymeti gö-rünmez. Eğer o adam, medar-ı şeref sandığı bütün ecdadını ve medâr-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telâkki ettiği Selef-i Sâlihinin Cadde-i Nuranîlerini terkedip; heveskârane, hevaperastane, riyakârane, şühret perverane, bid’akârane işlerde ve harekâtta bulunsa; mânen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanının nazarında en alçak mevkie düşer…” (Hücumat–ı Sitte)
Bu ibareler, İhlâs Risalesine dahil olan Hücumat–ı Sitte’den alınmıştır. Selef-i Salihin’in usüllerine aykırı olmayacak, fakat, nev’i şahsına münhasır ve mutlak neticeye gidici bir metod ortaya koyan Risale-i Nur’un metodu; Elbette ki Risale–i Nur Talebesi için bağlayıcıdır.
“Ey uykuda iken kendini ayık zannedenler; Teşebbühle medenilere yanaşmayınız. Aramızdaki dere pek derindir. Hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz, siz de onlara iltihak edersiniz”. Dersleri elbette ki; “Biz onları kendi oyunları içerisinde mağlub ederiz.” yanlışına düşen kardeşlerimiz içindir.
Sefahet öyle bir illettir ki; devası yoktur. Dinsizliğin devamı mümkün değildir. Çünkü, insanın vücûd ikliminde dinsizliğe destek verecek ne bir his ve ne de bir cihaz mevcud değildir. Amma, sefahate âlet olacak, insanda yüzlerce hissiyat vardır, başta nefsi ve hevası olarak…
Netice olarak denilebilir ki: İslâm’ın umumi çemberi içerisinde, faydasına mutlak olarak inandığımız birçok şeyler vardır ki; Özel maksatlı hareketlerde onlara itibar edilmediği gibi, çoğu zaman zararlı da olurlar.
Dindar mütefenninler yetiştirmek, aristokrasiyi dinsizlerin elinden alıp dindarların eline vermek için mektepler, yurtlar açmak veya neşir vasıtalarını kullanmak; elbette ki aleyhinde bulunulması asla mümkün olmayan hususlardır. Fakat bunlar, özel maksatlı ve muayyen hedefli meslek ve meşreplerde hiç kâle alınacak şeyler değildir. Evet, boğaz köprüsü fevkalâde lüzumlu ve sanat değeri yüksek olan bir eser ise de şayet İstanbul’un düşman eline geçmemesi veya kurtarılması için imha edilmesi lâzım gelirse bunda asla tereddüt edilmez. Özel maksad, İstanbul’un kurtuluşunu esas alır; genel insanî maksad ise o güzel boğaz köprüsünün muhafazasına çalışır. İşte Lâik–Demokratik sistem karışısında; uzlaşmacı, insancıl kafa yapısıyla, hedefinden sapmamış Risale-i Nur’un kafa yapısı bu misâle kıyas edilebilir.
Risale-i Nur’un anlayışı; azimli ve sarsılmaz gördükleri Nur Talebelerini Kur’an hikmetinden alıkoymak için onlara fazla meşgaleli işler bulmak ve dünyevî heveslerini okşamak (makam, mansıp ve şehvet gibi) sûretiyle onları hizmetten alıkoymayı bir şeytanî desise olarak göstermiştir. Halbuki ilk maddedeki iki renkli Risale-i Nur hareketinin her birisi, bütün gücüyle makamın ve mansıbın meftun ve zebunu olmuşlardır.
Risale-i Nur, ahireti esas alır öyle çalışır; adı geçen faaliyetlerde ise dünyevî maksatlar esas alınır.
Risale-i Nur, ferdin kendisini ıslaha çalışır, Yeni Asyacı ve Mektebci kardeşlerimiz gayrın ıslahına çalışırlar. Fakat kendileriyle problemleri yoktur.
Kıyafette; yeni ihtida etmiş bir Yusuf İslâm’ın yanında, iman etmemiş bir Hristiyan gibi veya Yahudi gibi kalırlar. Evin mefruşatında, mutfağın masrafında, eğlence âletlerinin istimalinde Cefi Kamhi ile Kemal, Hans ile Hasan aynı platformda seyretmektedirler.
Tekrar ediyorum ki; bu saydıklarımın İslâm’ın geniş çemberinde ve bugünkü vasatta zemmedilmesi maslahata uygun değildir. Ancak hareket Risale-i Nur’a nispet edilirse, bu hareketlerin adına ancak Risale-i Nur’un Rafizileri nâmı verilebilir.
Aristokrasinin zirve platformunda olmasına rağmen, Anadolu’lu fıtratı-nı hiç bozmadığından, hadiseleri en isabetli bir şekilde anlayabilmek imtiyazına sahip olan Hüseyin Üzmez Ağabey’in şu tespiti cidden şayan-ı hayrettir. Kendisi söylüyor:
– “Ben ilk def’a Aczmendî kıyafetli birisini görüp, onun nurcu olduğunu anladığım an, kendi kendime mırıldanarak şöyle dedim: Üstad Bediüzzaman ve Risale–i Nur hareketi, yeniden hamleye geçti…”
Risale-i Nur’un ikinci ve üçüncü hizmet devrelerinde bir isim ve hal değişikliği yapacağı muhakkak görünüyor. Bunlar eserlerde bazen sarahaten, bazen de zımmen bildirilmiş. Birkaç misâl:
“… Kur’an’ın Nurundan her asırda, o asrın zülmetlerini dağıtacak ve istikamet yolunu tenvir edecek Kur’an’dan gelen nurlar olmakla ve bu dehşetli ve fırtınalı asırda o doğru yolu şaşırtmayacak bir surette gösteren, başta şimdilik Risalet-i Nur tezahür ettiğinden…” (21. Ayet)
“Acaba onbeş-yirmi sene sonra başka bir nur-u Kur’an zuhur mu edecek yahut Resâile-i Nur’un inkişaf-ı fevkalâde ile bir futuhatı mı olacak, bilmediğimden o kapıyı açamıyorum.” (24. Âyet)
Artık Nurculuk Türkiye’ gündeminde ya Yeni Asyacılık veya Fethullahçılık veya Aczmendîlik isimleriyle bulunmaktadır. İsimden başlayarak Risale-i Nur’un ruhuna uygun, dahili bir gelişme olarak değerlendirilebilecek tek hareketin şimdilik Aczmendilik olduğu ayan beyan ortadadır.
Zaman geçtikçe İslâm’ın geniş çenberinde meydana gelen yıkıntının temelinde; Sünnet-i Seniyye hayatının terk edilerek, felsefi ve dünyevi akıl ve tedbirlerin meydan alması olduğu gayet zahir olarak görülmektedir.
Bir kısım yeni sapıklar; Sünnet-i Seniyye’yi Tarikat perdesi altında İslâm cemiyetine yerleştirmeğe çalışan Tarikat şahlarından başlayarak, Mezhep Müçtehidlerine kadar varan bir zincirde, önlerine gelen herkesi müşriklikle ittiham ederken, maksatlarının; Kur’an ağacının dal, budak, yaprak ve meyvelerini teşkil eden Sünnet-i Seniyye’yi ortadan kaldırmak olduğunu artık herkese göstermişlerdir.
Halbuki; “Sünnet-i Seniyye edep’tir… Sünneti terk eden edebi terk eder ve hasaretli bir edepsizliğe düşer.”
Edepsizin ise dünyada ve ahirette Allah’ın (cc) lütfundan mahrum olacağı ma’lumdur.
Risale-i Nur hareketi yeni yeni alışılmadık işler yapacaksa, yeni yeni alışılmadık tarzlarda seyretmesi Adetullah kanunları muvacehesinde zaruridir.
İman, Hayat, Şeriat çizgisinin detayına inildiğinde, birbirinden çok ayrı özellikleri gösteren bazı hizmet tarzlarının olacağı ayan beyan görülmektedir. Hizmetteki isim değişikliğine varana kadar bir yeniliğin olacağı sezilmektedir. Zaten fiili vaziyet de bunu göstermektedir.
Risale-i Nur hadisesi, başlangıcından beri Türkiye’nin birinci gündem maddesindedir. Bugün de böyledir. Fakat bugün işin rengi tamamen başka bir şekilde cereyan etmektedir. Artık Nurcular ta’biri ile değil; ya Yeni Asya’cılar ya Fethullahçılar veya Aczmendîler olarak arz-ı endam etmektedirler.
Adet kanunları hiçbir teşekkülün, bütün mevcudiyetini muhafaza ederek, tamamen ayrı bir teşekküle inkılap ettiğini göstermemektedir. Eğer bir çekirdekse, filize inkılap ederken mevcudiyetinin büyük bir kısmını terk ettikten sonra filiz haline gelebiliyor. Eğer insansa, ana rahminden ayrılırken neleri geride bırakıyor, yeni yeni nelere kavuşuyor. Çocukluktan kurtulup, büluğa erince hangi zevkler yerini hangi zevklere terk ediyor ve nihayet kabre girerken neleri terk ediyor, nelere kavuşuyor… Misalleri çoğaltmak mümkün.
Bu noktadan hareketle deriz ki; Risale-i Nur hareketi de yakasını bu Âdet kanunundan kurtaramayacaktır. Elbette kademe ilerlemelerinin her birisinden ötekine geçerken geride bir hayli bakiye bırakacaktır.
Bence; bu Kur’an’î hizmet, beşeriyet sahnesine el koyup; Kur’an’ı Hâkim duruma getirecekse, metodu da Kur’anî olacaktır. Akli, felsefi, politik metotlar ne kadar başarılı ve muvaffakiyetli görünseler de filizlenmenin geride bıraktığı bakîyeler olmaktan kendilerini kurtaramayacaklardır.
İddialı olmak, Rabbanî metotlarda mergup bir durum değildir. İddiayla hiç kimse bir yere varamaz. Bir hadise ki, tüm beşerin kaderiyle alâkadardır, elbette bu mes’elede zorlamanın yeri asla yoktur. Bu mütealâlarımız, sadece alışılmamış, fakat bahsedilmesine vaktin geldiği hakikatlar cümlesindendir.
Evet, yeni bir zuhurat olmazsa, şimdiki vaziyette Mehdiyet’in ikinci ve üçüncü vazifelerini; yâ bilmediği oyunla, yabancı minderde, yabancı seyirci karşısında güreşe çıkan, Yeni Asyacılar ve Fethullahçılar yapacaktır. Veya bildiği ve ustası olduğu oyunla, kendi minderinde ve kendi seyircisi karşısında güreşe soyunan Aczmendilik omuzuna alacaktır. Tevfik ve hidayet Allah’tandır.
“Ekser taife-i mahlukatta olduğu gibi, ef’al ve a’mal-i beşeriyede bazı harika fertler bulunur. O fertler eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin medar-ı fahrleridir. Yoksa medar-ı şeametleridir. Hem gizleniyorlar. Adeta birer şahs-ı manevi, birer gaye-i hayal hükmüne geçerler. Sair fertlerin her birisi o olmağa çalışır ve o olmak ihtimali var. Demek o mükemmel harika fert; mutlak mübhem bulunup her yerde bulunması mümkün…”
“Keyfiyet ise, kabiliyete tabidir. Hem bazan olur ki, bir tek kelime, bir tek tesbih, öyle bir saadet hazinesi açar ki altmış sene hizmetle açılmamış. Demek bazı hâlat oluyor ki, bir tek Ayet, Kur’an kadar faide verebilir.
“Veraset-i Ahmediye ile İsm-i A’zam zilline mazhar bir mü’min, kendi kabiliyeti itibariyle kemiyetçe bir Nebinin feyzi kadar sevap alıyor denilse hilaf–ı hakikat olamaz.”
Evet, Üstad Hazretlerinin ifade ettiği gibi 60 sene sonra bir tek kelime “Aczmendî” açılmış ve 2. Hizmet devresi başlamıştır. Bir tek kelime, bir tek fertle yaşanmaya başlamıştır.
Müslim Gündüz