Samimiyet ve Kararlılıkta Aczmendiler Numune-i İmtisaldi
(Adnan Katipoğlu, Orhan Akboğa)
Konya Cezaevindeyiz.
Gardiyan: “Siyasi bir mahkûm koğuşunuza gelmek için açlık grevi başlattı. Gelsin mi? Rızanız var mı?” dedi. İmamımız Orhan Efendi; “Hay hay, buyursun gelsin.”
Adamı alıp getirdiler. Mücahit, hamiyetli bir genç. Meşhur Yahudi iş adamı Jak Kamhi’ye suikast için silah tedariki yaptıkları esnada ihbar edilmişler, yakalanmışlar. Yanlış hatırlamıyorsam, Ceyşullah isimli bir gruba mensuptu. Gayrettepe’de çok işkence görmüş.
Kısa bir tanışma faslının ardından kendisine bir ranza ayarladık. İstirahate çekildi. Tabi bizim cemaat namazları, Risale-i Nur sohbetleri, zikir, slogan ve eylemlerimiz hız kesmeden devam ediyor. Adam şaşkınlık ve memnuniyetini daha fazla gizleyemedi. Hocam bir şey itiraf etmek istiyorum: “Buyurun” dedik.
“Sizin Camiinden toplatılıp Eskişehir Özel Tip Cezaevine sevk edildiğinizi televizyondan izlemiştim. Çok üzülmüştüm. ‘Bunlar derviş, sofi meşrep insanlar, cezaevinde bunları çok ezerler’ (*) diye düşündüm. Konya’ya diş tedavisi için getirilince, burada olduğunuzu öğrendim. Dilekçe verdim. İdare, ‘siyasi mahkumların bir araya koyulması yasak’ dedi. Israr ve açlık grevi derken yanınıza verdiler. Büyük bir hayret ve hayranlık içerisindeyim. Solcu mahkumlar ve hatta PKK’da dahil, hiçbir grup ve hareketin cezaevlerinde bu derece hakim olduğunu görmedim. Ben artık Afyon Cezaevine dönmem. Kimse beni bu koğuştan çıkaramaz” dedi.
***
Yine Konya Cezaevindeyiz. Üç kişinin “İslamî tebliğden” getirildiğini duyduk. Koğuşları bizim bahçeye bakıyordu. Orhan Efendi, havalandırmaya çıktığımız zaman “İhtiyaçlarının olup olmadığı hususunu” sormamı istedi.
Seslendim. İki kişi pencereye çıktı. Kahvehanelerde tağut hakkında tebliğ yaparken yakalanmışlar.
“Kimlik taşımak, askere girmek, oy vermek küfürdür.” diyorlardı.
“Sizin kimliğiniz yok mu?” dedim. “Yok” dediler.
“Anne, baba ve kardeşlerinizin de mi kimliği yok.” dedim.
“Var. Onlar da kafir zaten.” dediler.
Baktım bu işin sonu hayra çıkacak gibi değil.
“Neyse kardeş, şimdilik şu kafir, mü’min meselesini kapatalım. Bir ihtiyacınız var mı diye sormaya geldim.”
Akabinde “Kaç kişisiniz?” dedim. “Üç” dedi.
“Diğer arkadaşınız nerede?”
“Gardiyanlar mutfağa patates soymaya götürdüler” dediler. Olmuyor ki diyesin “Rejimin kimliğini taşıyana kafir diyorsun, mutfağında patates doğramayı tevhit sayıyorsun!? Bu ne lahana bu ne perhiz…”
(Her neyse ihtiyaçlarını sormaya gelmişim ya, konuyu uzatmadım.)
“Biz cezaevinde hakimiz, idareden bir baskı görürseniz haber gönderin. Allah’ın izniyle sizi ezdirmeyiz. Sakalınız var. ‘Keseceksiniz’ derler. Kabul etmeyin. Bizi görüyorsun, hiçbir şeyimizden taviz vermedik.” dememe kalmadı, koğuş kapısının kilit sesi duyuldu. Pencereden içeri atladılar.
İçerden sesleri geliyor…
Gardiyan:
“Sakalarınız var. Kesilecek. Sabah sayımda görmeyeyim.”
“Bizim Tevhid (!) Kahramanları: “Tamam efendim…”
Bu tür manzaralara çok şahit oluyorduk. Maalesef İslamî mücadeleden takibat ve soruşturmaya uğrayanların ekseri, bir Komünist kadar davasında samimi duruş gösteremediği gibi karşısındaki Müslüman kardeşini azimetle yargılıyor, ruhsatın en zayıfıyla amel etmeyi de kendine marifet sayıyordu.
Adnan Katipoğlu ve Orhan Akboğa
(*) Kocatepe camisinden alınıp cezaevine götürülen Aczmendiler’in ekseriyeti gençlerden müteşekkildi. Yaş ortalamamız 23’tü.
Rejime karşı aslanlar gibi kükreyen Hacı Efendimizin ayakları dibinde gezen gözü açılmamış kedi yavruları gibiydik. Tek istinadımız; “Her hakiki hasenat gibi, cesaretimizin dahi menbaı olan iman ve ubudiyetti.”
28 Şubat’ta tevkif edilen Aczmendiler, siyah sarıkları ve kara cübbeleriyle rejimin kara listesinde başı çekiyordu. Bu işlerde deneyimli birisi olan Ceyşullah kardeşin “Bunları cezaevinde çok ezerler” diye tahmin etmesi gayet normaldi. Tahmin edilemeyen ve hesaba katılmayan şey; Kemalizm’in temel taşlarını paramparça etmek gibi ağır bir dava yükü ile tavzif edilen Risale-i Nur şakirdlerine, inayet ve rahmetin hususi bir surette daimî nezaret etmesiydi.
Merhum Necip Fazıl Anadolu’nun yüklendiği bu ağır dava yükünü çok beliğ bir tarzda ifade etmişti: “Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya! Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?”
Evet, Rabbim isterse ve hikmeti iktiza ederse taşıyabilir. “Bir karınca bir Firavunu, bir sinek bir Nemrud’u, bir mikrop bir cebbarı, intisap kuvvetiyle mağlûp edebildiği gibi, nohut tanesi küçüklüğünde bir çekirdek dahi, dağ gibi heybetli bir çam ağacını omuzunda taşıyabilirdi.”
Orhan Akboğa