Tahşiye'ye Dair Bir Hatıra
(Müslim Gündüz)
Bediüzzaman’ın (ra) Hulusi’sine (ks) dediler ki; “Efendim derslerinizde Risale-i Nur’dan alıp bizlere anlattığınız bu ulvi manaları kaleme alsanız da herkes istifade etse nasıl olur?” O mübarek zat şöyle cevap verdi; “Kardaşım Risale-i Nurların her okunuşunda yeni bir mana tezahür ediyor, ben hangisini yazayım.”
Evet Hulusi’nin (ks) o hükmünü her Nur talebesi gibi ben de bilfiil tasdik ediyorum. Yepyeni bir dersimizi de; 1417 senesinin o dehşetli gelişinde, 13.Lem’a’daki: “Vefat eden ibâdın küsmesinden Hazret-i Azrâil’i kurtarmak için hastalıkları ecele perde etmiş. Öyle de Hazret-i Azrail’i (as) kabz-ı ervaha perde edip, tâ merhametsiz tevehhüm edilen o hâletlerden gelen şekvalar, Cenab-ı Hakka teveccüh etmesin Öyle de; Daha ziyade bir kat’iyyetle şerlerden ve fenalıklardan gelen itirazat ve tenkit, Halık-ı Zülcelal’e teveccüh etmemek için Hikmet-i Rabbani’ye şeytanın vücudunu iktiza etmiştir.” kelamlarından aldık. Hem de yıllar boyu okumuş olduğumuz halde …
Şeytan da şerlere perdedir… İş gören Kudret-i Ezeliyedir…
Kocatepe Camii’nin saflarından toplanan Nur talebeleri ve Demokratik, Laik Sistemin yıkıntıya giden hayatiyetini tekrar ihya etmek için düğmeye bastığı tarih olan 28 Aralık 1996 günkü dehşeti; tasavvur etmek bile Nesl-i Ati için imkânsız olacaktır.
Bu bir zulümdü…Bu; zulümde tekrar bir şahlanıştı…Fakat sebepsiz miydi? Zalimin zulmettiği belliydi, ya mazlumların enfüsî alemde bu zalimlere davetiye çıkaran hallerine ne demeli? İşte şeytan da bir perdeydi. Risale-i Nur’un hâlis tilmizleri elbette yanlışlara düşmüşlerdi, nefis ve şeytana uymuşlardı. Doğrudur, peki Müessir-i Hakiki ne istiyordu? Hikmeti neydi? Neticesi ne olacaktı?
Evet “Yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. Dâvâ değil, dava içinde bürhandır.” Risale-i Nur, bu meziyetlerini hâlis tilmizleri vasıtasıyla tekrar yaşatacaktı. Tasdik, iman, şehadet, şuhut, tahkik ve neyin içinde bürhan olan nedir, bunu gösterecekti. İşte şeytan da nefiste bizlere oyunlarını, kaderin bu gizli sırlarını ve azim faydalarını bilmeden oynamışlardı.
Hz. Bediüzzaman (ra) ve kahraman ağbeylerimiz bu Nurların telifi için mücadele etmişlerdi … Aczmendiler ise tatbiki için …
127 kardaşım, Hz. Bediüzzamanın Yusufiye medresesine; tam tamına o günkü Nur talebelerinin adedinde ve tam tamına 60 sene sonra, Eskişehir Hapishanesine konulmuşlardı. Beni ise tek başıma İstanbul’da Metris Cezaevine almışlardı. Şerirlerin hesabına göre orada ifna edilecektim. Fakat lütf-u ilahi orada aziz İbda’cı kardaşlarımı yardıma hazırlamıştı. Dinsiz dalga, İBDA suruna çarptı, ters döndü.
Risale-i Nur Talebelerinin birer kıvılcım bekleyen istidatları aniden nurlandı. İçeridekiler içeride, dışarıdakiler dışarıda… Bir hamiyet-i Âliye feveran etti.
Hasan Şafak, Zafer Bingöl, Oğuz Boyalı… gibi kardaşlar her işlerini terk ederek yardımıma koştular. Başta Bursa kahramanları ve Anadolu hanımları olarak her taraftan büyük bir hizmet aşkı feveran etti. Ubeydullah, Malatyalı Hulusi ve 1. Murat gibi birçok hizmet ehli bu fetret devresinden bilistifade mecburi takıntılarını kaza ettiler.
8 Temmuz 1997’de Metris’te büyük bir isyan çıktı. Bizim koğuş, hadiselerin tamamen dışında kaldığı halde bizleri de dağıttılar. 12 arkadaşla beraber 12 Temmuz’da yola çıkarıldık. Ben Ankara Ulucanlar’a teslim edildim. Diğerleri Niğde’ye….
Ulucanlar’da 36 günlük bir tecrid-i mutlak, kafes arkası, hücre hayatı… Ondan sonra 9.Koğuşa nakil. Bu arada ayda 150-200 mektup geliyor. Cevaplar yazıyorum. Ankara’ya gönderilmemin hiçbir makul sebebi yok. Ne davam var burada ne de duruşmam.
14 Ekim 1997, bir gece vakti koğuşun kapısı açıldı. İçeriye Abdulalim ve İlyas Elri getirildiler. Burada üç kişi olmuştuk. Bunların da buraya sevkinde çok bariz bir sebep yoktu. Fakat Kader başka noktaya yönlendiriyordu. Gelen yüzlerce mektup Tasdikti, İmandı, Şehadetti ve Şuhuddu.
Gelenler satır değil, hayattı, cihaddı, ihlâsdı. Risale-i Nur’daki hakikatlerin hayatlanmış bir şekliydi. Abdulalim ve İlyas bunun için buraya gönderilmişlerdi. Feyizli bir atmosfer ve hummalı bir faaliyet başlamıştı.
Mektuplar seçiliyor, tebyiz ediliyor, Hasan Şafak’a veriliyor ve tüm Anadolu’ya tam 60 sene sonra Risale-i Nurların tazelenen birer dersi olarak oluk oluk yayılıyor ve hayat veriliyordu.
Risale-i Nurda emredilmişti:” … Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor: Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşaallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve Tahşiye ile ve neşir ve talimle ve belki 25. ve 32.Mektupları telif ve 9.Şuâ’nın 9 makamını tekmille ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertip ve tefsir ve tashihle devam edecek.” işte bu nurlu mektuplar onlardandı. O Tahşiyeler-dendi.
Evet Kader-i ilahi, 60 senelik kapanan bir devirden sonra bu dehşetli hadiselerden süzülen yüzlere hikmetli tecellilerle beraber 27.Mektuba’da haşiye yazacaktı. İşte o haşiye bu elinizdeki Tahşiye’ydi.
Müslim GÜNDÜZ