Tahşiye'ye Dair Bir Hatıra
(Abdülmetin Sayın)
Yıl 1996… Tam bir devir önce aynı sayıdaki Risale-i Nur Talebesinin hapsedildiği Eskişehir Cezaevine aynı sayıda kardeşimizle tevkif edilmiştik.
Dönemin “Tabutluk” olarak tesmiye edilen bu cezaevindeki ağır disiplin şartlarının, mücadele azmimizi kıramayacağının ortaya çıkması fazla sürmemişti. İçerdeki hakimane vaziyetimizden rahatsız olan cezaevi idaresi bizleri bölmüş ve üç farklı cezaevine taksim etmişti. Biz, (20 kişi) Niğde F Tipi Cezaevine sevk olunmuştuk.
Niğde Cezaevi’nin koşulları ve idari kadrosu “Türkiye’de uslanmaz mahkumların adam edilmesi için teşekkül ettirilmiş olduğunu” Cezaevi Savcısı daha ilk günden her birimizi tek tek makam odasına alıp -tehditkar bir eda ile-yüzümüze haykırmış olsa da, bizlerle ilgili hesaplarının planladıkları tarzda yürümeyeceğini anlamaları fazla sürmedi.
Arkadaşlarla toplu yargılandığım davalara ilave olarak müstakil devam eden davalarım (Cezaevinde isyan, 5816 ve başkaları…) bulunduğundan, cezaevi ringiyle Ankara’ya götürülüp getiriliyordum. Cezaevi idaresine maddi külfet getiren bu durumun Ankara’ya sevk edilmem ile sonlanması bir dilekçeme bakıyordu. Kaldı ki, Müslim Efendi’nin Ulucanlar cezaevinde bulunması, Ankara’yı ayrıca cazip kılıyordu.
Lakin, Risale-i Nurlardan aldığımız ders; “Her neresi olursa olsun, anın vacibini yerine getirmek ve nazarımızı hariçten çekmekle, sevk-i ilahiye muntazır kalmak” tarzında olduğundan, Ankara Ulucanlar Cezaevine nakil için dilekçe yazmak, aklımın ucundan dahi geçmiyordu.
Bir ara çok baskın, şiddetli ve gayet belirgin bir tarzda; “Ulucanlar’a gitmem ve kalemimle hizmette bulunmam” noktasında hissi bir telkine muhatap oldum. Umursamadım… Lakin zayıflamıyor, bilakis ziyadeleşiyordu.
Bu hissiyat şahsıma bakan bir meyilden kaynaklanmadığından mesuliyetten korktum.
Konuyu cezaevi imamımız Ebuzer Efendi’ye konuyu açtım. “Madem şu ana kadar ihtiyarını karıştırmadın, şu saatten sonra da karıştırma. Dilekçe yazma. Hizmet noktasından bir ihtiyaç varsa sen teşebbüs etmesen de sevkin gerçekleşir.” dedi.
Üzerinden fazla geçmedi, yeni bir duruşma için gardiyan erken saatlerde beni koğuştan alıp cezaevi jandarmasına teslim etti. Karakoldaki işlemler tamamlanıp ringe yönelince, komutan; “Eşyan yok mu?” dedi.
“Sevk değilim, mahkemem var, geri döneceğim.” dedim.
“Hayır sen sevksin. Geri gelmeyeceksin. Mahkeme sonrası, Ulucanlar Cezaevine nakledileceksin.” dedi.
“O halde arkadaşlarıma söyleyin çantamı versinler.” dedim.
Beni ringe alıp ringin kapısını kapattılar. Yarım saat geçti geçmedi, telaşlı ve hiddetli bir rütbeli ringin kapısını açıp;
“Sen ne yapmaya çalışıyorsun?” dedi. Şaşkın bir vaziyette “Nasıl yani? Oturuyorum, çantamı bekliyorum.” dedim. Ringin kapı aralığından dış nizamiyedeki askerlerin, isyan bastıracak bir tedbir içerisinde oldukları görünüyordu.
Meğer gardiyanlar çantamı isteyince kardeşlerimiz hakkımda endişelenmiş. “Çantasını vermeyiz. Ya onu bize getirirsiniz veya biz ona gideriz!” diyerek isyan çıkarmışlar. Görevliler; “Sevk evrakı düzenlendi. Askere teslim ettik. Tekrar içeri alamayız. Prosedür buna müsaade etmiyor.” deyince, bizim kardeşlerin prosedürü devreye girmiş; kapıları kırmışlar, gardiyanları kovalayıp idareyi basmışlar, son kapıya kadar gelmişler. Onlar kapının gerisinde, asker kapının önünde eli tetikte bekliyor bir vaziyet var.
Allah cümlesinden, razı olsun… Sahiplenmenin ve kardeşi için canın-dan geçmenin böylesi numunelerini gördükçe; İslam tarihindeki kahramanlıkların ve ulvi hissiyatların, tarihin tozlu sayfalarını süsleyen birer menkıbeden ibaret kalmadığını, kuşaktan kuşağa intikal etmek suretiyle her asra numune-i imtisal bir vaziyet aldığına şahit olduk.
Neticede onların dışarı çıkması mümkün olmadığından, beni onların bulunduğu yere götürdüler. Her biriyle tek tek sarılıp vedalaştık. Ring yola çıktı. 16:00 gibi araç Ankara’ya vardı. Mahkeme öncesi avukatlar savunmamı incelediler; “Bu ifadede ısrarcıysan, elimizden bir şey gelmez. İster savunmayı biz yapalım ve akabinde tahliyeni isteyelim, istersen sen yap biz gidelim.” dediler. (Zira sadece bizim davamıza değil, İslamî davadan yatan birçoklarının davasına gönüllü olarak bakıyorlardı.) “Savunmayı kendim yapacağım” dedim.
Neticede, askeri hâkimin muhalefet şerhine rağmen, ikiye bir oranında tahliyeme karar verildi. Ulucanlara gidemeyecektim. “Peki birkaç haftadır üzerimde devam eden o şiddetli hissiyatın sebeb-i hikmeti neydi?” diye düşünürken, memurlar da tahliye prosedürü için Niğde Cezaevi ile temas kurmuştu. Yapılan görüşme neticesinde, hakkımda 5 aylık iç disiplin cezası olduğu anlaşıldı. Tahliyem durduruldu.
Beni Ulucanlar Cezaevi’ne götürdüler. Sanırım yatsı vakti gibi 9. Koğuşun kapısından içeri girdim. Ve o günden itibaren, tabir-i caizse kalem elimden hiç düşmedi. Bir taraftan Tahşiye Kitabı’na girecek lahikalar tasnif oluyorken, diğer taraftan Abdulalim Efendi, İlyas Efendi ve Ahmet Efendi ile beraber teksir ettiğimiz mektuplar, Efendi Hazretlerinin tensipleriyle cevabi mektuplara ilave edilip postalanıyordu.
Müslim Efendi’den işittiğim ve şahit olduğum, o güne kadar tek satır yazabilecek bir mecal kendinde bulanmazken, her gün yüzlerce satır mektup okuyor ve mukabele ediyor bir vaziyet içerisine girmişti.
Bu faal vaziyet takriben beş ay sürdü. 1998’in Nisan veya Mayıs ayları gibi gönderilen mektuplardan bir kitap teşekkül ettiği bilgisi kardeşlerimize ulaşınca, o güne kadar hesapsız, samimi bir hissiyat içerisinde muhaverede bulunan kardeşlerimiz mektup göndermeyi kestiler. 5 aylık disiplin cezamın bir dolmasına bir hafta vardı. 14 aylık kesinleşmiş bir başka ceza geldi. Fakat bizleri bu hizmette istihdam eden kudret ve hikmet; tahliyem geldiğinde 9. Koğuşta istihdam edileceğim hizmet sebebiyle salmadığı gibi, cezam geldiği gün de 9. Koğuş’daki hizmet mesaim tamamlandığından sebep, içeride tutmadı. 7 Mayıs 1998 günü Ulucanlar’dan tahliye oldum. Bu 14 aylık ceza takriben bir yıl sonra beni Elaziz’de buldu. Tutuklanıp Elazığ E Tipi Cezaevi 9. Koğuşa koyuldum.
Abdülmetin Sayın