Ulucanlar Cezaevi Hatıraları
İBDA gençlerini, Kadıköy baskınıyla yürütülen algı operasyonundan ve karalamalardan etkilenecek kadar ham zanneden rejim; Müslim Efendi’ye karşı mahkumlar tarafından suikast işlenebileceği öngörüsüyle onu Metris Cezaevine tevkif etmişti.
İslamî hassasiyet noktasından rejimin İBDA gençleriyle ilgili yapmış olduğu tespit gayet yerinde olmakla beraber, hadiseleri okuma şekilleri itibariyle rejimin öngörüsü karşılık bulmamış bilakis, İBDA Gençleri Aczmendileri dahi kıskandırabilecek bir hassasiyetle Müslim Efendi’yi el üstünde tutmuşlardı.
Metris planı suya düşen rejim, ilk fırsatta Müslim Efendi’yi buradan alıp Türkiye’nin en emniyetsiz cezaevi Ankara Ulucanlar’a nakletme planı yapar.
İslamî camia içerisinde cezaevi tecrübesi konusunda kimsenin eline su dökemeyeceği İBDA Kahramanlarının elinden Müslim Efendi’yi alıp başka bir cezaevine, hele hele Ulucanlar’a nakletmek, taş taş üzerinde kalmayacak bir çarpışmadan sonra ancak mümkün olacağını idare gayet iyi bilmektedir.
Bu tür işlerin en kat’i çözümü; mahkumları isyana zorlamak, çıkan isyanı gerekçe gösterip, içeri asker sokmakla hem direniş gösteren mahkumları fail-i meçhul perdesi ardına saklamak, hem de sevk planı yapılmış mahkumları diğerlerinden ayırmaktır.
Tertip işleme konulur; mahkumlar, isyandan başka çareleri kalmayacak bir tarzda tahrik edilir…
İsyan başlar…
Ve her isyanının mukadder sonu; Yakılan, yıkılan, tahrip olan kapı pencere ve duvarlar. Kim vurduya giden masumlar. Ve isyan esnasında koğuşlarından koparılarak hücrelerinde paketlenmiş mahkumlar.
Yapılacak tek şey kalmıştır. Mahkumların hiddet ve şiddetlerinin dinmesi için bir iki gün beklemek ve akabinde kim nereye sevk edilecekse, iki gardiyan marifetiyle, mahkumu hücresinden alıp ringe bindirmek…
Müslim Gündüz Efendi’yi Ankara’ya nakletmek ve Metris’teki İBDA hakimiyetlerini kırmak maksadıyla 8 Temmuz 1997 günü isyan tetiklenir.
5 kişinin hayatına ve büyük miktarda kamu malının tahribatına sebep olan isyan, iki gün içerisinde bastırılır. Akabindeki birkaç gün için de mahkumların hiddetinin dinmesi beklenir. Takvimler 12 Temmuz 1997’yi gösterdiği gün planlanan Ulucanlar sevki gerçekleşir.
Ulucanlar Cezaevine Sevk ve Sonrası
Ulucanlar sevki ve sonrasını Müslim Efendi’nin Tarihçe-1 videosundaki anlatımıyla aynen naklediyoruz.
“12 Temmuz’da, 12 mahkum, saat 12’de bizi arabaya bindirip paketlediler. Ankara’ya doğru yola çıkardılar. Yalnız ben Ankara’ya gidiyorum diğerleri de Niğde’ye gidiyorlar.
Benim Ankara’da verecek bir ifadem bile yok! Davam yada mevzum yok Ankara’da…
Metris’te öldüremediler, Ankara Ulucanlar Cezaevine gönderiyorlar. Ulucanlar Cezaevi’nde adam öldürmekten kolay bir şey yok. Aynı bizim Sürsürü Mahallesi. Toprak bina… “İstediğin kadar” adam öldür. Yani çok rahat…
Mesela, görüşe gittiğimiz zaman PKK’nın voltasından geçiyorduk yani bir çeşit hava sahasından. DHKP-C’nin hava sahasından ve adli suçluların arasından geçiyoruz. Görüşe gidip geri dönüyoruz sağ kalmak mümkün mü? Ama Allah muhafaza ediyor.
Kelepçelerini Kendileri Çözen Mahkumlar
Biz şimdi İstanbul Metris Cezaevinden çıktıktan sonra, biz tabii kelepçelerle ellerimiz bağlı duruyoruz. Bir baktım diğerlerinin ellerinin hepsi açık. Onlar da kelepçeliydi. Hepsinin ellerindeki kelepçeler çözülmüş.
Sordum: “Yahu siz nasıl çözdünüz?”
“Hocam bizim işimiz bu” dediler.
Ne yapmışlar etmişler hepsi kelepçelerini kendileri çözmüşler. Bana “Hocam senin de ellerini çözelim” dediler. “Yok kardeş benimkini çözmeyin. Yol yakın. Ben bir daha bağlayamam başıma iş açmayın” dedim.
Hasan Mezarcı ve Kabadayı Şenol ile Aynı Hücrede
Bizi götürdüler. Hasan Mezarcı benden önce oraya paketlenmişti. Orada bizi bir müddet Ecevit’in ve Dünya çapında şöhretli örgüt liderlerinin yattığı kafes arkası tabiri olan; yani hücredekiler nefes alıyor, bunlara kendilerinin hücresinin önünde ayrıca bir kafes konulmuş. Yani öyle bir gangstermişiz. Götürdüler bizi işte böyle bir yere koydular.
Son 19. Hücrede Şenol kalıyor, 18. Hücrede Mezarcı, 17. Hücrede ben kalıyorum. Üçümüz de bu kafes hücreye yerleştik.
Mezarcı daha evvel Şenol ile tanışmış. Şenol namlı bir kabadayı hapishanelerde. Hapishanelerin tanıdığı bir adam. Namı yayılmış bir kabadayı.
Hasan Mezarcı milliyetçilik damarıyla Şenol ile hemşeri olmuş. İkisi de Gürcü. Mezarcı ben gitmeden evvel ne yapmış ne etmiş “körün” muhabbetinden vazgeçirmiş Şenol’u.
Mezarcı babayiğit bir adam. Mert bir adam. Arkadaşlık yapılabilecek bir adam. Her ayağa gelir…
Bir gün ben gittikten sonra Şenol anlatıyor; “Mezarcı baktım seni çok seviyor, dedim bunu bir imtihan edeyim. Müslim şöyle kötü böyle kötü bi daha ondan bahsetme.” dedim. “Küfür hariç epeyce seni kötüledim.” Bunu dedikten sonra baktım Mezarcı şöyle masaya vurdu ve kalktı; “Bana bak seninle kavga ederim, bir daha Müslim Gündüz hakkında bir şey söyleme.” dedi. “Mezarcıya şöyle bir baktım. Kesin öleceğini biliyor yani. Benle kavga edecek adamın öleceğini bilmesi lazım. Adam işte senin için böyle ölümü göze aldı.” dedi. Hasan Mezarcı öyle bir adam yani…
Allah Tüm Musibetlere Karşı Orada Bizi Muhafaza Etti
Gittiğim gün hücrelerde 69 kişi kalıyordu. Her hücrede 7-8 kişi üst üste istiflenmişler hayvan gibi. Sonra Nusret Çiçek bir makale yazdı benim hakkımda ve bu durumdan bahsetti. “Kapıyı açsan 5-6 kişi dışarı dökülüyor” diye. Meğer o zaman Ankara’da Savcıymış.
Hücrelerdeki mahkumlar bir ara topluca bir tempo tutturdular: “Efendim.. Mezarcıyı istemiyoruz. Müslim Gündüz’ü istemiyoruz. Bilmem şunu istemiyoruz bilmem bunu istemiyoruz” falan. Böyle organize bir tempo tutturdular. İsyan ediyorlar. Bizim gitmemiz için isyan ediyorlar.
Gardiyanlar ve cezaevi idaresi de onları tahrik ediyor. Hapishane yapmaz bunu. Her birine bir çeşit mavi boncuk dağıtmışlar ve tahrik etmişler.
Sonra Kabadayı Şenol hücre kafesin önüne çıktı ve bir nara attı: “Ulan dinleyin beni!” Çıt yok. Herkes sustu. Onun ne bela olduğunu biliyorlar çünkü. “Şu andan itibaren Müslim Gündüz ve Hasan Mezarcı benim misafirimdir. Bunun hapishane dilinde ne olduğunu bilen bilir. Bilmeyen, bilene sorsun.” dedi. Ondan sonra bizim hakkımızda çıt yok.
Meğer hapishane dilinde bu durum şuymuş; bundan sonra bize ne söylense Şenol üzerine alıyor ve gidip öldürüyor. Usul buymuş, bilmiyoruz yani. Sonra o tempolu sesler kesildi. Cezaevi İdaresi de artık bir şey yapamadı.
Bir gün böyle çıktık. Kahvaltı yapacağız. Şenol geldi, suratı 1000 parça nasıl ama, kül rengine girmiş böyle beti benzi atmış. Hapishane koğuşlarını açmışlar, herkes dışarı çıkmış. Ben seviniyorum. Diyorum “Allah’a çok şükür şu fukaralar bir hava alacaklar.”
Şenol da çıt yok. Vursan kan çıkmayacak. Epeyce oturdu böyle. Bizimle de konuşmuyor. Adı Ünal mı desem bir başgardiyan vardı. Böyle kaypak tam münafık tipli bir adam. O hengamede hemen geldi bizim oraya. Kafesi açtı, içeri girdi ve yanımızdan geçerek doğruca Şenol’un tarafına yürüdü ve yanına oturdu. Şenol onun yüzüne doğru şöyle bir baktı baktı baktı ve: “Sen beni duyuyor musun?” dedi o başgardiyana. Gardiyan; “hayrola Ahmet abi” dedi. Şenol: “Ben ayağa kalktım mı ancak beni öldüresiniz ki durdurasınız. Git, idarecilere bunu aynen söyle.” dedi.
Adam bir anda toz oldu. Yanımızdan hemencecik gidiverdi. Ne oldu ne bitti bilmiyorum, oraya 20-30 gardiyan birden doldular. Düdükler etrafta çınladı “Düt, düt, düt”. Onu iteliyorlar içeri, bunu iteliyorlar içeri. Herkesi hücrelerine tıktılar. Kapılar kilitlendi, şangır şungur. Biz ise olan bitenden hiçbir şey anlamıyoruz. Mezarcı ile oturmuş manzarayı seyrediyoruz.
Bütün her şey bittikten sonra Şenol gevşedi ve derince bir nefes aldı. Yanına yaklaştık ve sorduk; “Şimdi olan biten şu hikâyeyi bir anlat nedir? Ne oluyor?”
Şenol; “İdare bu mahkumlara gece silah dağıttı. Kimisine bıçak, kimisine şiş, kimisine de tabanca verdi” dedi. Meğer bizim Şenol mapushane içinde gardiyanlardan teşekkül kapsamlı bir istihbarat kanalı kurmuş. Daima bu kanalı besliyor.
Şenol: “Cezaevi yönetimi koğuşları açıp bu mahkumların hepsini sizi öldürmeleri için bıraktılar” dedi. “Kim vurduya gidecektiniz. Komplo buydu. Fakat ben tavır koyunca tırstılar ve üzerime gelemediler.” dedi. “Allah’a şükür bu belayı atlattık” dedi.
Korkusuz ve Güzel Adam: Şenol Güzel
Allah rahmet etsin, Şenol bir gün böyle önümüze düşüyor. Mezarcı ve beni ziyarete götürüyor getiriyor. Dediğim gibi PKK’nın DHKP-C’nin ve adli suçların içinden geçip gidip geliyoruz.
Bir gün böyle konuşturmak için sordum. “Yahu arkadaş havalara giriyorsun da üzerimize gelseler ne yapacaksın? Bir adam değil misin?” Öyle kısa boylu da biriydi yani…
“Üstadım ben hapishaneyi önüme katarım.” dedi.
“Neyle katarsın?” dedim. Şöyle yaptı ve dilinin dibinden jilet çıkardı. Jilet dilinin dibindeymiş meğer her zaman. Jileti çıkardı ve: “Ben bu jiletle orduyu katarım önüme…” dedi. “Ben de anladım meseleyi şimdi” dedim.
Haftada bir bizi banyo yapmamız için hamama götürürlerdi. Hapishanenin hamamı var. Onun gözetiminde giderdik. Bana “Üstadım” Mezarcı’ya da “Baba” derdi. O babanın da hikayesi ayrı.
Allah rahmet etsin hamam girmeden önce bizi 5 dakika hamamın dışında bekletirdi. Kendisi hamam girer, hamamın köşe bucak her tarafını kontrol ederdi.
Emniyete alıyordu hamamı. Ondan sonra gelip hamamın kapısında oturur ve derdi; “Girin yıkanın.” Allah yapıyor, ne diyeceksin. Bizi Allah orada öyle muhafaza etti.
Bu baba hikayesini de anlatayım. Bizim Mezarcı takıp takıştırmayı seven püsküllü müsküllü bir adam.
Duruşmaya gittiği zaman üzerine çeşit çeşit süsler takardı. Her parmağında 4-5 tane yüzük veya boynunda 4-5 tane kolye, saçına ayrı takar, kulağını ayrı takar, cins bir adam. Öyle hoş bir adam.
Şimdi emniyet kendisini tehlikeden korumak için duruşmaya hanımların servisi ile götürmüşler. Mezarcıyı erkeklerin servisine koymamışlar. Her şey oluyor yani serviste. Adam öldürüyorlar arabada…
Bu Mezarcı böyle takmış takıştırmış olunca hanımlar servisindeki kızlardan birisi de “Hasan Bey kolyeniz çok güzelmiş” demiş. Artık hangisi ise boynunda 4-5 kolye vardı. “Hangisi?” diye sormuş. “Şu” demiş. “Buyurun size hediyem olsun” demiş. Kız da “Allah razı olsun” demiş ve almış.
Şimdi işin gerisine bakın. 2-3 gün sonra Hürriyet’te bir haber, “Hasan Mezarcı falanca Hanım’a kolye hediye etti.” Haydiii… falanca hanım da Bozo’nun nişanlısı çıkmasın mı? Hapishanelerde namlı bir kabadayı olan Bozo. Hapishane hapishane sürdürülmüş bir adam. Belayı gökte arayan bir adam, meşhur, namlı ve şöhretli bir adam. O da Ankara Ulucanlar hapishanesinde. Bu kız da onun nişanlısı. “Hasan Mezarcı buna kolye verdi.” haberi gazetelerde. Haydi al başına belayı..
Bu haber gündem olduktan sonra Bozo demiş; “Hasan Mezarcıyı ölü bilin. 24 saat içinde Hasan Mezarcı’yı ölü bilin” Ula ne yapalım şimdi. Bu adam öldürür. Şakası yok bu işin. Bozo’nun tıpkı Şenol gibi Gardiyanların içinde adamları var. Yani böyle bir cinayete imkan da sağlarlar.
Şenol düşündü ama bir seçenekten başka çare bulamadı. Mezarcıya “Gel sen benim kayınbabam ol” dedi. “Mezarcı’nın bir kızı var, ben onu istemiş olayım, sen de onu bana nişanlanmış ol. Biz akraba olalım, yoksa sen öleceksin. Benim üzerime gelemezler.” dedi.
Bu planı karar verdikten sonra hapishaneye bir söylenti yaydık. Mezarcı kızını Şenol’a vermiş ve baba oğul olmuşlar. Bundan sonra Şenol da Mezarcıya baba demeye başladı. Böylelikle Mezarcı’nın postunu kurtardık. Baba hikayesi de böyle. Ona Baba derdi, bana da Üstadım.
Şenol'u Zehirleyerek Öldürdüler
Şenol garip bir adamdı. Akşam bizi hücrelere koyup kapıları kilitledikten sonra, “Aha Üstadım, biri geldi.” dedi. Kim olduğunu tarif ediyor ama bu aynen Hazreti Gavs Abdülkadir Geylani’nin şemailine uyuyor.
Şenol anlatıyor; “O bana diyor ki: “Yaz.” Bir yazı gösteriyor bana. Mezarcı oradan kendini yırtıyor; “Ne gösteriyor oku.” Şenol: “La ben nereden okuyayım. Ben okuma mı biliyorum Kur’an okuyayım” diyor. Mezarcı: “O gördüğün yazıları duvara yaz, resmet aynısını”. O da işte kalemle ne kadar resim edebiliyorsa, gösterilen yazıları duvara çiziyordu. Mezarcı da, sabahleyin gidip okuyordu onları.
Öyle bir kerameti açıldı Şenol’un. Acayip oldu. Daha sonra beş vakit namaza başladı. Her sabah ama her sabah kafesin önüne çıkıyor, Amentü’yü okur gibi başlıyordu ……’den aşağı doğru ne kadar rical varsa, hepsini kalaylıyordu. En sonunda da hapishane müdürü Vehbi Camgöz’e sıra geliyordu. Hepsini ama hem de en sunturlu küfürlerle.
Hiç mümkün değil diyor, birinci hesapta Vehbi Camgöz diyordu, ikincisi bilmem kim üçüncüsü bilmem kim. “Yahu kardeş böyle etme” dedim. Kaç defa söyledim. “Böyle etme seni burada öldürürler.” Şenol; “Üstadım kimse bana bir şey yapamaz.” derdi. “Sana erkeklikle yapmazlar öldürürler” dediysem de dinletemedim. Mert bir çocuktu. Zehirlediler onu en sonunda tabi. Hapishanede öldürdüler.
Gece yarısı Savcı çağırıyor; “Gel bir çay içelim” diye, gidiyor çay içiyor. Ondan sonra dönüşte 4-5 yerde dinlenmek ihtiyacı hissediyor. Geliyor bir saat sonra sancı kalp sancısı başlıyor. Sabaha yakın bağıra bağıra vefat ediyor. Çevresinde hiç gardiyan yok, kimse yok. O koğuşu bomboş bırakıyorlar. Orada kalanların ifadesi böyle. Allah’ın rahmetine kavuşuyor.
Ben de o gün sabahleyin duruşmaya gideceğim, DGM Mahkemesi’ne gideceğim. Hüseyin adında bir başgardiyan vardı o bana dedi;
“Ahmet Terzi (Şenol Güzel) vefat” etti. “Nasıl ölüyor ya” dedim. “Bu gece öldü” dedi. “Nerede? Nasıl? Vurdular mı?” diye sordum. “Yok kendisi öldü, şurada bak masanın üzerinde” dedi. Baktım uzanmış böyle “Gidip göreyim” dedim. Gardiyan “Yok olmaz.” dedi. “İnsaf et dedim, benim arkadaşım, yüzünü göreceğim, bir şey etmeyeceğim.” “Yok olmaz” dedi. Neyse yalvar yakar zar zor onu görmek için müsaade aldım gittim.
Allah rahmet etsin böyle uzanmış kehribar gibi mum sarısı bir sima tebessüm etmiş, gözleri açık. Gözlerini kapattım. Öyle işte. Allah rahmet etsin.
(Farklı bir video sohbetten nakille Ulucanlardaki Şenol Güzelle olan hatıralar devam ediyor…)
“Şenol Efendi’nin rüyaları vardı. Aynı aynına çıkıyor. Keşfi açıldı. Adamı hücreye aldılar kapılarını kitlediler. Ama o böyle kapalı haldeyken “Abdulkadir Geylani hazretleri geldi. Hazreti Osman geldi.” diyordu. Böyle bir manevi bir hale girdi. Öyle antika bir adam. Şenol ile bir ay, bir buçuk ay kafes arkası maceramız oldu.
Şenol o zaman Tahşiye’deki rüyaları da görüyordu. Sabah hücre önünde üçümüz kahvaltı yapmaya çıktığımızda bu rüyaları bize anlatıyordu. “Bunları yaz.” dedim. Yazdı. Tahşiye’de yazılanlar onun kalemindendir. Kimse bir şey ilave etmedi. Rüyalarının hepsi çıktı. Geriye iki hoca kalmıştı. O hocalardan biri de çıktı. Öbür hocaya bakalım hele…
Öyle bir keşfi açılmıştı Şenolun. Son üç dört ayı güzel bir tövbe-i nasuh’a muvaffak oldu. Bu tövbeden önce ise ölüm makinesi.
Bir gün doğru söylemesi için yemin ettirdikten sonra sordum; “Kaç kişi öldürdün?” Yemin ederek “Sayısını bilmiyorum.” diye cevap verdi. Tam bir öldürme makinesi.
Bir zaman gazetelere bir haber intikal etti. Fatih semti civarında iki kişi ölü bulundu diye. Cinayetlerin Fail-i meçhul kaldığı hakkında bir haber. Şenol; “O ikisini de ben öldürdüm.” dedi. “Fatih’te şıklara geldik, karşıya geçeceğiz. İki tane çarşaflı hanım var önde. Bu iki adam bu hanımlara musallat oldular. ‘Kara Fatmalar, bilmem neler.’ böyle hakaret ediyorlar. Bu çarşaflı hanımlarda ha bire bu adamlardan kaçacak yer arıyorlar.” Yaklaştım ikisinin de ensesine sıktım birer tane. Onun markası tek kurşundu ve enseden vuruyordu. “Tek kurşunla ölen varsa, ben öldürmüşümdür” diyordu.
Tabancayı koydum cebime, bir iki gün inziva ettim, ondan sonra çıktım. Bunu anlatırken kendisinde öyle fevkaladelik yok havasında, yani sanki sinek ezmiş havasında. Allah taksiratını affetsin.
Şenol; “Mahpustan çıktığım zaman, şimdiye kadar yanlışa kullandığım tabancam artık İslam’a hizmet edecek. Kendisini çok tembih ettim. “Bunu açıklama, seni burada öldürürler” derdim. “Üstadım bana kimse bir şey yapamaz” diye cevap verirdi.
Öyle korkusuz bir adam. Zehirlediler….Ruhu için Lillahil fatiha…
Şenol'un Ulucanlar Cezaevinde Müslim Efendinin Yanında Gördüğü Bir Rüyası
Şenol anlatıyor: “Rüyamda Peygamberimiz (a.s.m), Said-i Nursi , Hazreti Ali ve daha bir sürü kalabalık, bir de Abdulkadir-i Geylani’yle karşılaşıyoruz. Ben onlara; “Müslim Gündüz ve Hasan Mezarcı da sizi çok seviyoruz. Keşke onlar da burada olsalardı diyorum. Tam lafım bitiyor ikisi de geliyor. Cemaatle öpüşüyor sarılıyor ve kucaklaşıyorlar.
Derken Peygamberimiz (a.s.m) ve diğer cemaatle beraber bir yere geliyoruz. Peygamberimiz (a.s.m) “Şuraya bakın ibretle” diyor. Bir bakıyorum, iki tarafı toprak çok derin bir çukur. Dibinde ….. Hoca (İsmini söylemişti fakat buraya yazılmadı). Sadece yüzü seçiliyor. Vücudunun diğer kısmı …. Pis kokuyor. Ben de; “Ya hu ben bu adama hep ‘m….p münafık’ derdim doğruymuş” diyorum. Hepimiz gülüyoruz.
Daha sonra başka bir yere gidiyoruz. Bir cemaat var. Hoca cemaate vaaz veriyor. Peygamberimiz (a.s.m) “İyi bakın” diyor. Sanki aramızda bir perde var. Biz onları görüyoruz onlar bizi görmüyor. Hoca konuşuyor ama ağzından çıkan her şey simsiyah. Ve birden bedeninin içi gözüküyor. Kapkara ve kurtlu. Kendi bunun farkında değil, cemaati fark ediyor. Herkes uzaklaşıyor. Ve kendisi orada tek başına kalıyor. Peygamberimiz (a.s.m) “İşte münafıklığın sonu bu” diyor ve hep beraber gülüyoruz.
Hasan Mezarcı: Nev-i Şahsına Münhasır Bir İnsan
Ulucanlarda Mezarcı böreğimizi yapıyor diğer yemekleri ise ben yapıyordum. Şenol da bulaşıkçı 9. koğuşta. Ne yapayım ne edeyim Mezarcıya yemek beğendiremiyorum. Bilhassa kuru fasulyeyi. En güzelini yapıyorum. “Ahh kuru fasulye böyle mi olur?” diye şikayet ediyor. Öyle güzel pişiriyorum ki fasulye taneleri hamur gibi oluyor, yani o kadar özeniyorum bezeniyorum.
Bir gün sordum; “Yahu kuru fasulye nasıl güzel olur kardeşim?” Mezarcı; “Kuru fasulye yemeğinin yarısı mil olur mil.” dedi. Anladım ki bunun anası kuru fasulyeyi milliyor, yani eritiyormuş. “Tamam” dedim “Ben onu da biliyorum.” Kuru fasulyeyi güzelce pişirdim. Kepçenin arkasıyla yarısını güzelce ezdim. Ondan sonra getirdim önüne koydum. Bir kaşık alıyor “Ooh işte kuru fasulye böyle olur” bir kaşık alıyor “Ooh işte böyle olur” 40 defa oh çekti.
Mezarcı yemek yerken 10 metre uzakta dursan ağzının şapırtısını duyarsın. Şenol’da bu ağız şapırdatma durumuna gıcık oluyor. Mezarcı iki kaşık yiyor; “Ya doğru dürüst ye.” diye kızarak tepki veriyor Şenol. Mezarcı da “Ben böyle yiyorum” cevap veriyor. Hasbünallah…
Ben şimdi ne yapayım ne edeyim? Mezarcı yemeği öyle yiyor. Şenol da ağız şapırdatılmasından deli oluyor. Zaten deli herif. Hapishanelerde kala kala iyice manyak olmuş. Onları durdurup yemek yiyene kadar epeyce bir arbede oluyordu.
***
Bir gün sabah çay içeceğiz, Hasan Mezarcı tutturdu “Sen ne rüya gördün?” diye sordu Şenol’a. Şenol; “Ben bu gece rüya görmedim.” dedi.
Mezarcı ısrar etti; “Yok sen bu gece bir rüya gördün, anlat ne rüya gördün?”. Şenol; “Ben bir şey görmedim yahu”dedi.
Lakin Mezarcı onun rüya gördüğü konusunda ısrar ediyor; “Sen rüya gördün”.
“Yahu” dedim. “Hasan Bey ne biliyorsun adamın rüya gördüğünü?” Adam “Görmedim” diyor. “Kardeşim ben at seyisiyim, iyi bir at seyisim. Şenol atların rüya görürken gaz çıkardığı şekilde gaz çıkardı” dedi.
Tövbe Ya Rabbim estağfurullah, Mezarcı gece onu dinlemiş atlar rüya görürken öyle gaz çıkarırmış. Tövbe estağfurullah. Bir kere, öyle gaz çıkarken rüya gördüğünü nereden biliyorsun atın. At sana hikaye mi ediyor gördüğünü? İkincisi, bu hangi at cinsinden dedim. Arap atı mı? İngiliz atı mı? Hepsi aynı mıdır bunların? Öyle hoş sohbet manzaralar..
***
Sabah namazı kılacağız, kalktık “Ben sana imamlık yapmam.” dedi Mezarcı. Yahu sen hafız-ı kelamsın, on sene müftülük yapmışsın, alim bir insansın, ben şimdi okusam 40 tane yanlışım çıkar. Ben senin önünde namaz kıldıramam.” dedim
“Olmaz ben sana namaz kıldıramam.” dedi. “Senin manevi makamının önüne geçemem ben.” dedi. Çare yok. Mezarcı namaz kıldırmayacak, namaz geçiyor.
“Yani ben kumandan mıyım?” diye sordum Mezarcıya. “Evet” dedi. “Emrediyorum o zaman geç namaz kıldır.” dedim. “Baş üstüne” dedi, geçti ve namazımızı kıldırdı.
Başka çare bulamadım, ne yapayım Allah selamet versin.”
(Tarihçe -1 videosundan yaptığımız nakil buraya kadar)
Ulucanlar 9. Koğuşu
Müslim Efendi’den nakle devam ediyoruz
“Buradaki asker nöbet yeri şimdi Eyfel olmuş, önceden tahtadan sacdan bir barakaydı. Asker dururdu içinde.
Aşağıda (9.Koğuşta) biz risale dersi yapıyoruz. Şualar’da bir mektup var; işte gardiyanların üzerine kapı kilitlenmiş, bir türlü açamamışlar, Üstad’dan dua istemişler. O mektubu okuyoruz. O mektubu okurken, yukarıdan “küt, küt, küt..” sesler geliyor. İlgilenmiyoruz tabi ki biz dersimize bakıyoruz. Sonra öğrendik ki, yukarıdaki nöbetçilerin üzerine kapı kilitlenmiş, onu açmaya çalışıyorlarmış. Aynen o mektubu okuduğumuz dakika..”
9.Koğuş en boy ve yükseklik olarak 4’er metre idi. Burada bir dönem oldu tam 21 kişi kaldık. Ramazan’da dışarı soğuk, bahçede yeme imkanı yok. Bir kısım yiyor, diğerleri bekliyor. Onlar yedikten son diğerleri oturuyor.
Necip Fazıl da bu koğuşta kalmış. Osman Yüksel Serdengeçti, Kemal Pilavoğlu, İskilipli Atıf Efendi, Hüseyin Üzmez ve daha birçokları. Burada çile çeken, suçlu veya suçsuz, biz veya bizim gibi arkadaşların, Cenab-ı Hak cümlesinin ruhuna rahmet etsin, geçmişlerine rahmet etsin. Şuraya gelenlerin de hepsinin geçmişlerine ve ruhlarına rahmet etsin (Amin) Lillahil’ Fatiha…
1925’de burada (Ankara’da) İstiklal mahkemeleri çalışmaya başlayınca, hapishane yok, imkan yok, at ahırını çevirmişler hapishane yapmışlar. Hatta biz daha içerdeyken, 8. Koğuşta atların bağlandığı bir iki halkanın daha durduğunu söylerlerdi. Yani Osmanlı’nın atıyla Cumhuriyetin adamı aynı seviyede olmuş sizin anlayacağınız. Osmanlı’nın at bağladığı yere Cumhuriyet adamlarını koymuş.
Abdurrahman Beyazidi ve Yıldızelili Yusuf
Abdurrahman Beyazidi antika bir insandır. Ulucanlara ziyarete gelmişti. Allah söyletiyor. Dedim: “Abdurrahman vaziyet sıkıntılı. Öyle Hacı Bayram’da falan Cuma kılma. Kenar köşe camilerde kıl”. “Tamam” dedi.
Cuma oldu. Baktım haberlerde veriyor. Aczmendiler Hacı Bayramda namaz kıldılar. Ondan sonra geçip dua ettiler. Polis yakaladı, savcılığa gönderdi. Kendi kendime dedim: “Tamam, Abdurrahman geliyor”.
Nasihatimden sonra doğru gitmiş, Hacı Bayram’da ön safta namazını kılmış. İçeri gülerek geldi. “Abdurrahman ben sana kenar köşe camilere git diye demedim mi” dedim. “Efendim dua ettim. Dedim Allah’ım Efendi orada tek. Gidem hizmetini görem.” diye cevap verdi.
***
Bitane de Yusuf getirdiler. Yıldızelili Y.9.usuf. Sivas hadiselerinden dolayı idama mahkum edilmiş. Adamın deliliğine bir sigara kağıdı kalınlığı kadarlık bir mesafe var. Yani tımarhanede yatması lazım, lakin bir ufak farkla idare ediyor gibi bir durumda. Adama, “Sen de adam yaktın” demişler, idam cezasını kesmişler.
Koğuşta Şenol buna soruyor:
-“Ne iş yapıyorsun?“
-“Çobanım” diyor Yusuf.
-“Yazın sizin dağlarda yılan olur mu?” diye soruyor Şenol.
-“Evet” diyor.
-“Nasıl yılanlar?”
-“Birkaç kol kalınlığında” diye cevap veriyor Yusuf.
-“Boyları ne kadar?”
-“Bu oda kadar”
“Hiç öldürüyor muydun?” diyor Şenol.
-“Günde 10 tane öldürüyordum” diyor Yusuf.
Cezaevinde kala kala zaten delirmiş Şenol birden hiddete geliyor ve bana doğru bağırarak: “Üstadım ben bunu öldüreceğim, benimle dalga geçiyor bu adam” diyor.
Adamı Şenol’un elinden zor alıyoruz. “Yahu etme, adam zaten akıllı deli arası bir şey, ne dediğini mi biliyor?” diyoruz. Şenol anca sakinleşiyor.
Hapishane Hatıraları çok yani…
Davetsiz Misafirler Az Kalsın Odunu Kafalarına Yiyeceklerdi
Ulucanların o meşhur 9. koğuşunda artık tek başıma kalmıştım. Hasan Mezarcı çıktı, Şenol’u yanımdan aldılar ayrı bir hücreye götürdüler.
Şehrin içinde ama sanki şehirden ve medeniyetten uzak köy gibi yerdi Ulucanlar Cezaevi. Emniyet yok hatta hiçbir şey yok yani.
Kışın hücrede soba yakıldığından odunların arasından böyle bir satıra benzer bir odun ayarlamıştım. Bu odunu ne olur ne olmaz kendi korumak için yastığımın dibine koymuştum. Öyle gece yatarken odun elimde ve tetikte hazır bekliyorum. Yarı uykulu ve tekim. Sana zarar verecek olan ne zaman girecek ne zaman çıkacak bilmiyorsun.
Tam gece yarısı şangır şungur kapı açılmaya başlandı. Ben odunu iyice kavradım ve önüme yatağın içine aldım. Alttan yorganın dibinden gözlüyorum. İlk gelene vuracağım ikinciye vuramazsın ayrı mesele…
Ama en azından birini yaralarım öyle odun elimde bekliyorum. Baktım kapı açıldı. Birini içeri itelediler. İkinciyi de itelediler. Kapı yine şangır şungur kapandı. Baktım bizim “İlyas Elri ile Abdulalim”
Satır tipli odunu yatağın içinden çıkardım ve onlara göstererek dedim;
“Allah sizi Kadir Gecesine bağışladı. Eğer bir terslik olsaydı bu satırı kafanıza ilk siz yiyecektiniz.” Öyle bir şakalaştık ve böyle bir hatıramız oldu.
Bu Abdulmetin içimizdeki en cürümlü herifti. Yani hem Aczmendilik suçu işlemiş hem askerlik problemi var, kimlik problemi var, hem cezaevinde isyan suçu işlemiş. Yani herkes çıksa bu bir iki şeyden daha kalacak içeride. Ama Ankara Ulucanlar’dan, en önce bu çıktı. Anladık ki iş nasipleymiş. Mahkeme ile ceza ile değilmiş…
Ulucanlar Cezaevinin müzeye dönüştürülmesinin ardından, Aralık 2011’de ziyarette bulunan Müslim Efendi, hatıralarını talebeleriyle paylaştı.