AİHM (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi)
1996 yılında Kocatepe Camii avlusundan toplatılarak DGM’ de yargılanan Aczmendiler, iki yıllık tutukluluğun ardından, haklarında teröre girebilecek bir suç tespit edilmediği ve beraat verilecek kadar da masum oldukları düşünülmediği için dosyaları herhangi bir hükme bağlanmadan, rafa kaldırılmıştı. Böylelikle her hadiseleri ilkler sırasına geçen Aczmendiler’in DGM yargılamaları da nev-i şahsına münhasır bir vaziyet göstermişti.
Cami avlusundan toplatılmaları, TEM sorguları, DGM duruşmaları, Eskişehir, Konya, Niğde, Metris, Ulucanlar, Malatya Cezaevlerinde yaşadıkları derken, her safahatı en az birer cilt kitap olacak kadar dolu ve hareketli geçen bu süreç, Türk yargı sistemi açısından -hükme bağlanamadan- rafa kaldırılmış olsa da, Aczmendiler geri adım atmamış ve süreci AİHM’e taşımışlardı.
Aczmendiler’in yargı sürecini AİHM’e taşınmaları bir tercihten öte bir zorunluluktu. Zira davaya konu olan “Devrim Yasalarının” Türk hukuk sistemi içerisinde “Gözden geçirilmesi” şöyle dursun, bunun düşünülmesi veya düşünülmesinin teklifi dahi suç olmak münasebetiyle, Türk hukuk sistemi içerisinde Devrim yasaları aleyhine karar çıkarmak imkan ve ihtimali yoktu.
Aczmendiler, maruz kaldıkları haksız ve hukuksuz muameleyi AHİM’e taşımakla, tarihte ilk defa “Devrim Yasaları yargılanır hale gelmiştir.” Bu konuda büyük bir sebat ve dirayet gösteren Av Abdullah Çiftçi’nin gayretlerini de ayrıca takdir etmek gerekir.
Yapılan incelemeler ve tarafların dinlenilmesi neticesinde AİHM, Kemalizm’in “Devrim Yasaları” üzerinden halkına zulmettiği kararına varmıştır.
Aczmendiler davayı kazanmıştı…
Aczmendiler, haklı bulunmalarına ve iki yıl suçsuz tutuklanmalarına rağmen, AİHM üzerinden Türkiye aleyhine tazminat davası açmamıştı. Zira onlar, Kemalizm’e karşı inanç ve hürriyet mücadelesi vermiş, maddi ve manevi bedeller ödemiş seleflerinin kendilerine teslim ettiği dava bayrağını, mevk-i muallasına taşımak ve nesl-i atiye güzel yarınlar bırakmak adına vermiş oldukları mücadeleyi en büyük bir mükafat ve kazanç saymışlardı.
Bu öylesine kutsi bir mücadele ve öylesine yüksek bir muvaffakiyettiki, ödedikleri bedelin ve elde ettikleri muvaffakiyetin dünyalık bir karşılığı olamazdı. Nasıl olsun ki;
Bu bedelin içerisinde,
Bediüzzaman’ın tecrit, işkence, hapis ve sürgünde geçen 35 yılı vardı…
Bu bedelin içerisinde,
İskilip’li Atıf Efendi’nin idam sehpasına ilerlerken ki kararlılığı vardı…
Bu bedelin içerisinde,
İleri yaşına rağmen kendisine atılan çirkin iftiralar sebebiyle manevi işkenceye maruz kalmış Esat Erbil Hazretlerinin sabrı… Yasaklara rağmen Kur’an’ı Kerim’in hıfz ve himaye mücadelesini bırakmayan Süleyman Hilmi Tunahan’ın emekleri vardı…
Bu bedelin içerisinde;
Şalcı Bacı’nın kahramanlığı…
Hamidiye’nin ve Sabiha’nın bombaları altında ezilen halkların ahı, Seyit Rızan’ın serfiru etmeyen asil duruşu vardı…
Bu bedelin içerisinde;
“Sanığın idamına, bilahere delillerin toplanmasına” hükmünü vere-bilecek kadar pervasız davranan İstiklal Mahkemelerinden, bir bardak suyu yargıladığı insana çok gören DGM’lere… Mahkeme yüzü gösterilmeyen fail-i meçhullerden, kavim, aşiret ve memleketinden sürgün edilmiş milyonlarca mazlum ve mağdur vatan evladının ahı vardı…
AİHM kararının mer’i yasalara intikali ve aksi yöndeki takibatların durdurulması adına, Avukatımız Abdullah Çiftçi ilgili kurumların her birine ayrı ayrı şu tebligatı yapmıştı.
20 Ekim 1996 günü Kocatepe Camiindeki mevlitten derdest edilip, Ankara Terörle Mücadele şubesine sevkimize ve akabindeki DGM ifadeleri sonrası iki yıllık Medrese-i Yusufiye mevkufiyetimize kadar, yüzlerce ibretamiz sahneye şahit olmuştuk. Lakin yıllar sonra geçmişe dair bir kısım evrakları karıştırırken derhatır ettiğim bir hadise var ki kendi adıma büyük bir ibret levhası hükmüne geçmişti. Şöyle ki;
Biz Aczmendiler yaşadığımız dönem itibariyle şahit olduğumuz iman küfür mücadelelerinde -ekseriyetle- en ön saflarda bulunmak gibi bir lütfa mazhar olmuştuk. Bu münasebetledir ki, bedel ödemek noktasında her daim bir nefis mücadelesi içerisinde bulunuyorduk.
Bedel ödemeye dair kendi derunumuzda verdiğimiz münferit mücadeleden başka, toplu hareket ettiğimiz anlarda ve yargılamalarda kendimizden başka kardeşlerimizin yaşadığı ikilemler de buna eklendiğinde, “Hep diken sırtı bir vaziyet” içerisindeydik. İşte böylesi diken sırtı vaziyetlerden birini de DGM duruşmalarımızda yaşamıştık.
DGM’ler, rejimin muhafazasında İstiklal mahkemelerinden boşalan yeri doldurur bir vazife üstlendiğinden, bu mahkemelerde değil sanık durumunda bulunmak, 33 avukatımız içerisinde dahi mahkeme heyeti karşısında sesi titremeden konuşabilen pek azdı. Bu ifademde kesinlikle mübalağa yok, ayn-ı hakikat bir durumdan bahsediyorum.
Mahkeme heyetine dair vereceğim bir malumat muhtemeldir ki yargılamanın hassasiyetinin anlaşılması adına kifayet edecektir.
Heyetteki askeri hâkim, Sivas olaylarında 31 sanığın idamına karar veren Albay Erman Başol’du. Albay Başol, Başbakan Menderes hakkında idam hükmü veren Salim Başol’un oğluydu.
Tabi Erman, babası Salim kadar şanslı değildi. Babası, dönemin Başbakan’ını karşısında iki büklüm görmüş ve onun kalemini kırmak noktasındaki cesaretini, “Menderes’in bu yumuşak tavrından aldığını” yıllar sonra Uğur Mumcu’ya itiraf etmişken; Erman, duruşma salonundaki Aczmendiler’in kendinden emin ve hakimane bir vaziyet göstermesinden duyduğu rahatsızlık ve nefreti bastırıp, olan biteni seyretmek durumunda kalıyordu.
Onun bu gayreti mahkeme başkanının emrine rağmen “Sarıklarımızı çıkarmayacağımızı” fark edene kadar devam etti. Akabinde hiddet edip, ayağa kalktı ve “Bu kıyafetle salonda bulunmamızın Devrim Yasalarına ve laik Cumhuriyet İlkelerine aykırı olduğu” gerekçesiyle, cübbesini çıkarıp duruşma salonunu terk etti. Albay Başol’un bu çaresizliği bir gün sonraki manşetlere; “CÜBBE SAVAŞI” olarak geçecekti.
Onun ve temsil ettiği Kemalist ideolojinin bu çaresizliğinin tafsilini başka bir mütalaaya talikan, konumuz olan ibretamiz hadiseye geri dönelim…
Üç aya yakın tutukluluğun ardından ilk DGM duruşmasına çıkmıştık.
Duruşma salonunda 127 kişiydik. Yaş ortalamamız 23, her birimizin Risale-i Nur hizmetindeki tecrübe yılı -ortalama- üç yıl kadardı.
Durum böyle olunca, husussan hizmetimize henüz yeni -Kocatepe Mevlit Seyahatimizin hemen öncesinde- dahil olmuş bir kısım gençlerden yana endişeliydik. Zira, 11 günlük soruşturma merhalesinde bir şekilde kendileriyle temas kuran yakın akrabaları, “DGM yargılamasının kendilerinin ve akrabalarının sicillerini bir ömür olumsuz etkileyecek bir hadise olduğunu” telkin etmiş ve mahkemeye “Sarıksız çıkmaları” yönünde ihtar etmelerine rağmen, TEM sorgusunda ve sorasındaki mahkemede kimsenin sarığını çıkarmaması kardeşlerimizin dava bilinci noktasında yüksek bir şuura sahip olduğunu göstermiş olsa da, akabindeki 69 günlük E Tipi Cezaevi safahatının ve Kadıköy’de Müslim Efendi’nin şahsında Aczmendiler’e yönelik işlenen “İtibar suikastinin” onları ve ailelerini ne derece sarstığını bilmiyorduk.
Kaldı ki avukatlarımızın da tavsiyesi farklı yönde değildi. Onlar da “Mahkemeye sarıksız çıktığımız takdirde” tutuksuz yargılanacağımız bilgisini bize vermiş ve bu yöndeki bir tercihin hakkımızdaki “iddiaları terörden çıkarıp, devrim yasalarına muhalefette” indirgeyeceğini belirtmişlerdi.
Durum böyle olunca içimizdeki birçok gencin sarığını çıkarmak ihtimalinden yana endişeliydik. Böylesi bir tavrın, 28 Şubat’ın rumuzu durumuna gelmiş “İnanç hürriyeti” konusunda direnci kırmak ihtimali vardı.
Zira duruşmalarımızı yakından takip eden efkar-ı amme, “Baş örtüsü teferruattır” tarzındaki fetvalara mukabil, Aczmendiler’in Sünnet-i Seniye’nin muhafazası yönündeki kararlığı üzerinden kuvve-i maneviye buluyordu.
Mahkeme Heyeti de hadiseleri perde arkasından yönlendiren 28 Şubat Cuntası da efkar-ı amme mabeyninde Aczmendiler’e duyulan bu hüsn-ü teveccühün ziyadesiyle farkındaydı.
(Yıllar sonra açılan 28 Şubat Darbe Davası dosyalarındaki BÇG belgeleri de gösterecekti ki, Batı Çalışma Gurubu Aczmendiler’in “Düşünce ve inanç hürriyeti yönündeki kararlılığının” Müslümanları cesaretlendiriyor olmasından ziyadesiyle rahatsızdı. Bundan mütevellit, Aczmendiler’e yönelik itibar suikastları işlenmesi yönünde özel bir strateji yürütmüşlerdi.)
Bu minval bir vaziyet içerisinde ilk DGM duruşmamız başladı.
Mahkeme Başkanı, Mehmet Orhan Karadeniz, ilk ifadeler öncesi sarıklarımızı çıkarmamız gerektiğini söyledi. Tekidinde fayda var;
Duruşma Hâkimi, cami avlusundan toplatılıp, 11 gün TEM ve sonrasında 69 gün E Tipi Cezaevinde hapsedilmiş, bizlere söz vermezden evvel sarıklarımızı çıkarmamızı istedi.
İki kişi hariç kimse sarığını çıkarmadı.
Türkiye’nin muhtelif yerlerinden gelmiş, birçoğu birbiriyle ilk kez Ankara Terörle Mücadele şubesinde tanışmış, hayatının baharındaki 127 gençten sadece ikisi sarığını çıkarmıştı.
Ancak yıllar sonra fark edilebilecek iki mühim hikmet de gösterecekti ki; Risale-i Nur hizmetindeki sevk ve idare, tedbirden ziyade hikmet ve inayet-i ilahiyye üzere ilerliyor ve rejim için küçük bir teselli ikramiyesi hükmündeki iki arkadaşımızın bu tavizi dahi bütün bütün rejimin aleyhine dönecekti.
Şimdi gelelim hadiseden yıllar sonra fark edebildiğimiz iki mühim hikmete.
Birincisi; Bu hikmet, rejimden ziyade Risale-i Nur hizmetinde istihdam olunan bizlere bakıyor ve ders veriyordu ki; “Vicdansız zalime karşı zaaf göstermek, onu teşci eder”. Ve dahi öylede oldu; sarığı çıkaran iki arkadaşımız, devam eden celselerde sarığı çıkarmayan arkadaşlardan çok daha fazla ceza aldılar.
Hadisenin ikinci hikmeti, bizden ziyade rejime bakıyordu ki, belki de rejim 28 Şubat dönemindeki en mühim yarayı buradan aldı. Şöyle ki;
Yargılandığımız yasa maddelerinin bir kısmı Anayasanın 174. Maddesi kapsamında “Değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” kaydıyla koruma altına alındığı için, Türk yargı sistemi içerisinde matlup neticeyi elde etmek imkansızdı. Bu münasebetle avukatlarımız yargı sürecini AİHM’e taşımıştı.
AİHM yargılamaları esnasında bizler, “Teröre girebilecek herhangi bir eylemimizin bulunmadığını, bunun aksi yönde bir delilin de dosyada olmadığını” ifade etmekle, mevkufiyetimizin tek gerekçesinin “Kılık-kıyafet, tekke-zaviye ve harf inkılabı gibi devrim yasalarına muhalefetimiz olduğunu” nazara verip, AİHM vasıtasıyla “İnkılap yasalarının iptali yönünde” gayret sarf ederken, rejimin avukatları, yıllar süren soruşturma ve yargılamalar nihayetinde terör kapsamına alınabilecek bir eylem tespit edememiş olmanın çaresizliği içerisinde, son bir umut olarak “Duruşmalar esnasında başımızın kapalı olmasından hareketle” iki yıllık esaretimizin gerekçesini “Mahkeme heyetine saygısızlık” olarak izah etmeye çalıştılar.
İşte tabir-i caizse dananın kuyruğu tam da burada koptu.
AİHM yargıçları; “Madem heyetin karşısında sarıklarını çıkarmayıp, başlarını açmadıkları için ceza aldılar, o halde sarıklarını çıkaran iki kişi neden ceza aldılar?” demekle, rejimin son umudunu da suya düşürmüş oldu.
Böylelikle anlaşılmış oluyordu ki, iki yıl hapsedilmemizin tek gerekçesi; Devrim yasalarına muhalefet etmekti… Yani; inançlarımıza münasip giyinmek, değerlerimize yakışır tarzda sohbet meclisleri, zikir halkaları teşkil etmek ve Hatt-ı Kur’an’iyi tahsil etmekti.
Velhasıl, sarığını çıkaran iki arkadaşımız, aldıkları ziyade ceza ile kendilerine mahsus gerekli dersi çıkarmış olmakla beraber, bu tavırlarından sebep, onları “Tenkit ya da kınamak” gibi bir hataya düşmeyen bizler de, yıllar sonra hadisenin hikmetinin anlaşılmasıyla; uhuvvet ve muhabbet düsturlarını incitmemiş olmanın mükafatını almış oluyorduk.
İşin ibret kısmının yanında çok kısa bir zamanda ve az bir bedelle çok büyük bir muvaffakiyete mazhar olduğumuz açıktı.
Zira, 1986 yılında Risale-i Nur hizmetinden filizlenen Aczmendi tatbikatının, Süfyaniyet rejiminin münafıkane yüzünü ifşa etmekteki mahareti, 2010 yılı itibariyle resmi evrak üzerinde tescillenmiş; din ve vicdan hürriyeti alanındaki engellerin temelini teşkil eden “Devrim Yasaları” Aczmendiler’in ödemiş oldukları bedel neticesinde hükmünü yitirmişti.
Verilen karar, düşünce ve inanç hürriyeti açısından elde edilen -herkesin istifade edebileceği- umumi bir kazanım olmakla beraber, AİHM Aczmendi hakkında yapmış olduğu genel değerlendirme sonrası “ACZMENDİNİN BİR İNANÇ HAREKETİ” olduğu hükmüne varılmış ve tüm faaliyetlerimizin Avrupa İnsan Hakları Beyannamesinin 9. maddesi kapsamında değerlendirilmesini karar bağlamıştı.
AİHM’in 2010 yılında verdiği bu karar, 2012 yılında Eskişehir’de görülen Aczmendi Dergâh Mahkemesinin hakkımızda verdiği beraat kararının gerekçesini teşkil etmiş ve Aczmendi’nin inanç alanındaki serbestiyeti, bizzat yerel mahkemeler eliyle de teyit edilmiştir.
Bu dahi Cumhuriyet tarihinde bir ilktir.
Böylesi bir muvaffakiyeti bizlere lütfeden Rabbimize binlerce kez hamdolsun (âmin)
(*) Konuyla ilgili bilgi ve belgeler “Aczmendi Tarihçe” eserinin münderecatında mevcuttur.
Abdülmetin Sayın