İbrahim Küçük'ten Nakiller

Fihriste

Senin İçin Meşrebimi Değiştirdim!

Mehmed Feyzi Efendinin ziyaretine gittiğim o ilk gün, bana imamlığın hususi bir meşrep olmadığını; umuma hitap ettiğini, bu yüzden bana gereken bütün ilimleri vermesinin lâzım olduğunu, bu sebepten meslek ve meşrebini değiştirmeye mecbur kaldığını ifade etmişlerdi. İşte Hoca Efendi’ye talebeliğimiz böylece başlamış oldu.

Mehmed Feyzi Efendi'den Hatıralar

Beyaz Kâğıt Gibi Oldum

Ancak Hoca Efendi, bize hemen kitaplardan ders vermeye başlamadılar. Bir ay, iki ay belki üç ay bana sadece nasihat ettiler. Üçüncü ayda adeta benim bütün ilmim silindi, bembeyaz kâğıt gibi oldum. İsmimi sorsalar, cevap veremeyecek duruma geldim. Bu durumu kendilerine anlatınca “İște șimdi derse başlama zamanı geldi” buyurdular. 

Yazıyla başladık. Defterimin başına “Huzû’l-ilme min efvâhi’r-ricâl; bikalbin lâ biaklin zî-cidal” (İlmi ehlinden alınız, kalp ile; cidal sahibi akıl ile değil!) diye başlayan cümleleri yazı vererek derse başlamış olduk. 

Ders Usulümüz ve Okuduğumuz Dersler

Hoca Efendi’nin verdiği metni evde yazar ve tedarüs usûlüyle bütün talebe toplanır, dersi müzakere ederdik. Dersi i’raba uygun okumaya ve tercüme etmeye çalışırdık. Derslerimiz sathi geçmezdi. Her șeyi enine boyuna işlerdik. Arapçanın dışındaki diğer dersleri bile Arapça yönünden de inceden inceye araştırır, didik didik eder, Hoca Efendi’nin tabiriyle “lime-lime” (niçin, niçin) soru ve cevaplarıyla lime lime ederdik. Arabînin yanında ve akabinde Akâid-i İslâmiyye (İslam İnançları) derslerini çeșitli kitaplardan tam üç sene müddetle okuduk.

Bir Kimse Layıkıyla Tanınıp Bilinmeyince, Ona Karşı Sevgi, Saygı ve Gereken Ehemmiyet Meydana Gelmez

Hoca Efendi öncelikle iman konusuna önem verirdi. Marifetullah kesbetirmeye gayret sarf ederdi. O olmadan elbette diğer derslerin bir hükmü kalmıyordu. Daha sonra Șemail-i Şerif okuttular ki Marifetullah (Allah’ı lâyıkıyla tanıma) yanında Marifetü-Resûlillah (Allah’ın Resûlünü layıkıyla bilip tanıma) gerçekleşebilsin. Bir kimse layıkıyla tanınıp bilinmeyince, ona karşı sevgi, saygı ve gereken ehemmiyet nasıl meydana gelebilir? İşte Mehmed Feyzi Hoca Efendi, Resûlüllah’ın (s.a.v) Şemâil-i Șerifini okutmakla onu lâyıkıyla tanıyıp sevmemizi; Sünnetine bağlanmamızı, hadislerinin önemini kavramamızı istemişlerdi.

Hadislerin önemini anladıktan sonra İlm-i Hadis derslerine başladık. Hadis-i Erbaîn şerhini okuduk. Ancak hadisleri öyle teferruatlı işliyorduk ki; mesela birinci hadis-i şerifi belki bir buçuk ayda bitirebildik. Her hadisi rivayet, lügat, i’rab, belağat yönünden inceliyor, faîde, șerh, şerhin tercemesi, tenbih, tenbihin tercemesi, tefri’ başlıkları adı altında defterlerimize de yazarak uzun uzadıya işliyorduk. 

Akâid, Kelâm, Şemâil-i Şerif, Ahlâk, Hadis-i Erbâin Şerhi’nden başka İbn Kemâl Hazretleri’nin Risale-i Müniresi’ni, İmam-ı A’zam Hazretleri’nin Fikh-ı Ekber’inin Ebü’l-Müntehâ Şerhi’ni, Buhâri-i Șerifi, İmam-ı Gazzâlî Hazretlerinin İhyâ-i Ulûmi’d-dîn’inden Akâid bahsini, Fıkh-ı İslamiyye’yi çeşitli kitaplardan takip ettik. Bu metinleri hep defterimize yazarak işlerdik. Akâidden Emâlî’nin metnini ve İhyâ’nın Akaid kısmını ezberletmişlerdi, Bu arada Et-Ta’lim ve’l-Müte’allim’i de okumuştuk. Tefsir derslerini Mecmaü’t-Tefasir’ de bulunan dört tefsiri ki Nesefi, ibn Abbas, Hâzin ve Kadi Beydâvi tefsirlerinden okumuştuk. Bu derslerimiz tam 1950’den 1960’a kadar 10 sene devam etmiştir. 

Sabah namazını kıldıktan sonra gider, öğleye kadar ders yapardık. Öğle namazını camide kıldırdıktan sonra evimize yemeğe gelir, sonra tekrar ders almaya giderdik. Mektebe gider gibi tam on sene aksatmadan tahsile devam etik. Derslerde bize serbestçe konuşmamız için müsaade ederlerdi; herkes fikrini rahatça söyleyebilirdi. 

Ancak biz ne kadar ilimde ilerlersek ilerleyelim, Efendi’nin ilmi yanında bizim ilmimiz bir hiç kalırdı, bir kelime bile oynatamaz, onun yanında kanaat açamazdık. Dersi vermekle kalmaz, onu enine boyuna müzakere ederdik. Her hususta muallimdi. Müzakerede hata ve sevabı çok sıkı bir şekilde takip ederdi. Bu şekilde çok esasi bir tedrisat gördük. Defterlerimizi o konudaki diğer kitaplardan alınan şerhler ve haşiyelerle kayıtlardık.

Mum Işığının Gözü Yormadığını Bilakis Göze Şifa Olduğunu Söylerdi

Gecede dört saat uyku uyurduk. Tefsiri biz Hafiz Faik’le evde okurduk. Efendi’ye varınca müzakere ederdik, bize sorular sorar, takip ederdi. “Kulyâ…” suresine gelince bıraktırdı, “Burada durun, yoksa ölüm gelir!” buyurdular. Böylece Hafız’la ben karşılıklı oturur, tefsirleri okur, ertesi gün bilmediğimiz yerleri Efendi Hazretleri’ne sorardık. Bu șekilde isimlerini verdiğim tefsirleri hatmettik. 

Günay ve Veli gibi arkadaşlar, iki üç sene kadar derslere devam ettiler. Onlarla Efendi’den çıkınca bizim Hz. Pir Camisi’nin avlusunda bulunan evimize gelir, gördüğümüz dersleri bir de aramızda müzakere ederdik. Gece iki mum ışığında çalışırdım. Bütün bu defterleri mum ışığında yazdık. Mum ışığının gözü yormadığını bilakis göze șifa olduğunu Merhum Efendi Hazretleri söylerlerdi. Hakikaten de öyleydi.

Bu Zat Köklü Bir Ders Vermiş

Bizim Mehmet Feyzi Efendi’den ders almamızı çoklar kıskanır, “Hiçbir hocadan ders almamış kimse nasıl ders okuturmuş!” gibilerden sözlerle engel olmaya kalkarlardı. O zamanki Devrekâni müftüsü, âlim ve münekkit bir kimseydi. 

“Dürretü’-Fahire”, “Tenbihü’l- Muğtadin” vs. gibi eserleri de olan Mehmed Esad Dilaveroğlu ismindeki bu müftü de bizim Hoca Efendi’den ders aldığımızı duymuş. Bir gün kalktı geldi. Okuduğumuz kitapları ve defterleri görmek istedi. Defterlerimizi görünce hayretle çırpınmaya başladı: “Allah Allah! Bu zat size çok köklü bir eğitim veriyor! Böyle bir tedrise bu zamanda rastlamak imkânsız!” dedi. 

Makamıma Çıktım Beni Aşağı Attılar. Kalemini Eline Al, Oraya Kaleminle Çık Dediler

Onun hoca görmeden bu dersleri vermesine o da çok hayret etti ve Hoca Efendinin ziyaretine gitmek istedi. Gittik. Daha kapıdan girer girmez, Efendi Hazretleri: “Ben makamıma çıktım. Oradan beni aşağı attılar. Kalemini eline al, oraya kaleminle çık, dediler. Ben de kalemimle çıkıyorum.” buyurdular. Yani kendilerine verilen vehbi ilimle kesbî ilmi imtizaç ettirdiğini anlatmak istiyordu. Onun bu açıklamasına Müftü Efendi mest oldu.

Bediüzzaman gibi Mehmet Feyzi Efendi gibi zatlarda fıtraten verilen bir ilim vardı. Başka hocadan ders almaya ihtiyaçları yoktu ama yine de kendilerinden önce yazılan eserleri de çiğnemezlerdi. Kavânin-i İlmiyye ve Desâtit-i Şer’iyyeye riayet ederler, bilgilerini ilmi kalıplara dökerek ifade ederlerdi. Nitekim Peygamber’e (a.s.m) Kur’an bir gecede vahyolunabilirdi ama ihtiyaca binaen 23 senede tedricen indirilerek tamamlandı. 

Hoca Efendi de fıtri ilmine rağmen yanında bulunan koca koca kitapları kısa zamanda mütalaa eder, kenarlarına açıklamalar, notlar yazardı. Ve bizlere: “Kuran-ı Kerim’den nereye kadar okuttumsa, sizler oraya kadar mezunsunuz, icazetlisiniz.” buyururlardı.

Çok Kısa Zamanda Kitapları Mütalaa Edebilirdi

Merhum, Nasrullah Camii imamlarından Şeyh Nureddin Efendi’den büyük bir kitabı okumak için ödünç almışlardı. Kitabı bir hafta sonra sahibine iade edince, Nureddin Efendi: “Acaba kitaptan istifade edebildiniz mi?” diye sordu. O da kitabı baştan sona özetleyiverince, Nureddin Efendi hayrette kaldı ve “Aman efendim bu nasıl bir başarıdır? Hâlbuki bu kitap, ancak bir Üstad’dan okumak suretiyle bir senede bitirilebilecek bir eserdir.” diye şaşkınlığın ifade etti.

Ağır Yük Altına Girmişsin (Nurani Hîcâp)

Efendi Hazretlerinin bu başarısı karşısında boynunu büken Şeyh Nureddin Efendi dışarı çıkarken bana “Oğlum, çok ağır bir yük altına girmişsin. Böyle büyük zatlardan istifade zordur.” diye belki samimane beni uyarmak istedi. Ama bu sözü beni ona düşman etti. Çok kızdım. Bizim dışarıda Nureddin Efendi’yle konuştuklarımızdan Hoca Efendi’nin haberi yoktu. Ama benim moralim bozulmuştu. Çünkü açıkça “Sen boşuna emek sarf ediyorsun.” demek istiyordu. 

Ben tüylerim diken diken olmuş vaziyette içeri girdim. Hoca Efendi beni gülerek karşıladı ve: “Endişe etme! Aynı sözler ben Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin yanına gidip gelirken bana da söylendi. Sen ondan istifade edemezsin, diye vazgeçirmeye çalışanlar oldu. Üzülme! Bir hakikatin, ilmin çok manileri olur. Ancak bu maniler bazen zulmanî bazen de nuranî olur. Bunların karşısında tahammül etmek lazımdır. Mesela sen şimdi çocuk okutuyorsun. İşte bu senin feyzine, gelişmene nuranî bir manidir.” buyurdular.

Hâlbuki ben o zaman Efendi’den aldığım ders doğrultusunda başka hafızlara, çocuklara evde Kur’an-ı Kerim ve Arapça okutuyordum. Bu, benim derslerimi kuvvetlendirmeme yardım ettiği halde Hoca Efendi onların bile nuranî birer hicap olduğunu bildirmişlerdi. İleri gitmeme engel olabileceklerini anlatmak istemişlerdi.

Dinde Reform Yapmak İsteyenler

Biz Efendi’den ders alırken çok engellemek isteyenler olduğu gibi bizi ilim bakımından sınamak isteyenler, çeşitli şekilde bize hücum etmek isteyenler ve bizi aşağılamak, küçük düşürmek isteyenler de çıkardı. O zaman durumlar daha nazik olmasına karşılık, Allah’ın inayetiyle Mehmed Feyzi Efendi’den aldığımız ilmi ve manevi destekle onların hepsinin hakkından gelirdik. O zaman sanki elimde iki tarafı da kesen bir kılınç vardı.

Bir gün ikindiden sonra Hz. Pir Camisi’ne bazı kimseler geldiler ve: “Her şeyde reform yapıldı, dinde de reform yapmak istiyoruz; sen ne dersin?” dediler. Bu konu çok önemlidir. 

Ben onlara şöyle cevap verdim: “Ben, size izah edip soracağım. Siz de ‘evet’ ya da ‘hayır’ diye cevap veriniz. Bir kere itaat noktasından bir de mana açısından işi ele almanız gerek. İtaat noktasından işi ele aldığımızda devletin kanunları, nizamları var. Eğer onlara itaat edilirse memlekette kanun hâkimiyeti sağlanmış, asayiş ve huzur temin edilmiş olur. Aksi olursa memleket anarşi içinde kalır, devlet de zor anlar yaşar. Hatta devlet kendi varlığını tehlikeye düşürenlere idama kadar varan cezalar bile verir. Değil mi?” dedim. “Evet” dediler. Ben: “O halde, Mahlûk (yaratılan) kendi yaptığı kanuna uymayanlara idama kadar varan cezalar verdiğine göre, Halik’ın (yaratanın) koyduğu Kanun-u İlahiye karșı gelenlere durumu nasıl olur?” deyince cevap veremeyip sustular. 

Ben yine söze devam ederek: “İşi mana yönünden ele alırsak mesela “el-Hamdü lillahi rabbil-âlemîn” ibaresini düşünelim. Buradaki “el-Hamdü” kelimesinin içinde ezelden ebede kadar gelmiş ve gelecek olan bütün mahlukatın kendi dillerince yaptıkları bütün hamdler, övgüler, şükür ve senalar yerleştirilmiştir. Sayfalarca ifade edilemeyecek, rakamlara sığmayacak övgüler bir kelimede “el- Hamdü” kelimesinde derç edilmiştir. Çünkü hamd” kelimesi mastar olduğu için devamlılık ifade eder. Başındaki “el” takısı ise hamd’in her çeşidini içine alan bir mana verir. 

Yine “Âlemlerin Rabbi” kelimesiyle milyarlarca gelmiş ve gelecek insanların, hayvanların, canlı cansız varlıkların, milyonlarca yıldızların, güneşlerin, gözle görülemeyecek kadar küçük, gözlerin ihata edemeyeceği kadar büyük trilyonlarca varlığın yaratıcısı, yaşatıcısı sahibi ve terbiye edicisi olarak ifade edilebilmektedir. Hâlbuki sizin bulabileceğiniz hangi kelime bu kadar kapsamlı olabilir ki?” diye sorunca acizliklerini ifade ederek: “Biz hata etmişiz, iddiamızdan vazgeçtik” dediler. 

Mehmed Feyzi Efendi Hazretleri Bize Hiçbir Zaman Risale-i Nur’ları Terkettirmedi

Meğer o iki kişiden biri Emniyet Genel Müdürü Muavini, öbürü de Ziraat Bankaları Genel Müdürü imiș. 1954- 1955’lerde Ankara’da Dinde Reform diye bir cereyan varmış. Bizim acizâne savunmamız, Allah’ın izniyle o menfi hareketin akamete uğramasına çok büyük katkılar yapmış. 

Risale-i Nur’lardan “el-Hamdü” nün tefsirini o gece okumuştuk. Zaten Mehmed Feyzi Efendi Hazretleri bizlere hiçbir zaman Risale-i Nur’ları terk ettirmedi. O kadar ağır derslerle meşgul olduğumuz zamanlar bile senede iki kere külliyatı hatmederdik. 130 parça eseri baştan sona yılda iki kere okurdum. Hiç boş durmazdım. Durmadan okurdum. Açlığıma, tokluğuma, üst başıma hiç dikkat etmeden devamlı okurdum.

Sen de Gelmeseydin Kastamonu'da Büyük Bir Afet Olacaktı

Hele evlenmeye kalkınca, birkaç kişi hariç, bütün Kastamonu ayağa kalktı, aleyhine geçtiler. Tarihte belki eşi görülmemiş şekilde en tabii bir insanî hakka karşı çıkıp engellemeye kalkıştılar. Belediye, nikâhını kıymak istemedi. Ortaya evlenmesine mani hastalık iddiaları attılar. Evlenebilmesi için heyet raporu istediler. Bunun üzerine Efendi Hazretleri Ankara’ya heyet raporu almaya gittiler. Çünkü Kastamonu Devlet Hastanesi doktorlarından

bazıları bir takım kimseler tarafından menfi rapor verilmesi için ayarlanmıştı. Hatta böyle bir muayene sırasında vurulacak bir iğne ile şuurunun bozulup Bakırköy Akıl Hastanesine gönderilmesi bile planlanmıştı. 

Mehmed Feyzi Efendi Hazretleri Ankara’da heyet raporu alırken amcasının kızının oğlu Cevat Bey’in evinde misafir kalmışlardı. O sırada kendisiyle kimsenin ilgilenmemesi, arayıp sormaması üzerine bu vefasızlığa ve ilgisizliğe karşı çok canı sıkılmış. Ben de o sıra vaizlik ve müftülük imtihanı için Ankara’ya gitmiştim. Bu yüzden Efendi Hazretleri’nin yanına bir müddet gidememiştim. 

Yanına varır varmaz: “Sen de gelmeseydin, Kastamonu’da büyük bir afet olacaktı.” buyurdular. Benim Ankara’da onu ziyaret etmem bir sevk-i ilahi idi. “Seni bütün Kastamonu namına kabul ediyorum.” buyurmuşlar ve böylece Allah’ın sevgili velisini üzmek suretiyle felâket-i ilâhiye’yi çeken bir beldeden âfetin kalkmasına sebep olmuştum Elhamdülillah.

Benim Yanıma Gelen Talebelerim Bir Makam İsterlerse Gelmesinler

Ankara’da birkaç gün kaldım. Müftülük-vaizlik imtihanına girdim. Ancak Efendi Hazretleri: “Kazanamazsın.” buyurdular. Hakikaten kazanamadım. Ders verdiğim kimseler kazandı, ben kazanamadım. Başımdaki idareciler de kazanmamı pek istemiyorlardı. Çünkü onlar ilkokul, ben ise lise mezunu idim. Aslında manen Efendi Hazretleri müsade etmediler. Çünkü “Benim yanıma gelen talebe, bir makam vs. isterse gelmesin” buyururlardı.

Mehmed Feyzi Efendi'nin Ölüp Tekrar Dirilmesi

Efendi Hazretleri müşahede altında heyet raporu alabilmek için Ankara Numune Hastanesi’ne varınca bahçedeki kanepelerden birinin üstüne fenalık geçirdi. Efendi hazretlerinin adeta ruhu çıkar ve sonra yeniden dirilir. Bu mesele konuyu iyi bilenlerce anlatılıp yorumu yapılacağı için biz teferruata girmiyoruz.

Hasıl-ı kelâm, Efendi Hazretleri, çok teferruatlı bir şekilde yapılan müşahede sonunda sağlam olduğunu içeren heyet raporunu alınca belediye, nikâhını kıymaya mecbur kalır. Dinî nikâhını da o zamanki Kastamonu Vaizi Mehmet isminde bir hoca efendi kıydı ve düğün işleriyle de o ilgilendi. Bir Perșembe günü güzel bir düğün yapıldı. Ziyafetler verildi ve meșru ölçüler içinde nezih ve gayet tatlı bir düğün oldu.

Beddua Etmezlerdi!

Bilhassa evlenme meselesinde kendilerine çok eza ve cefa etmişlerdi. Fakat şefkat ve merhametinden hiçbir zaman kendilerine eziyet edenlere karşı beddua etmemişlerdi. “Bed” “fena, kötü” demektir. Beddua da fena duadır. “Olur olmaz şeylere bedduayı bed kimseler yapar” derlerdi.

Evlendiğinin ertesi günü, Cuma günü ziyaretlerine gittiğimde, nasıl olduklarını sormuştum. O ise kendisine eza ve cefa edenlere, muarız olanlara tabak dolusu altın göndermek istediğini; ancak kendileriyle istihza ettiğini sanmalarından sakındığını ama onların ona yaptığı eziyetlerle kendisinin manen terakkisine sebep olduklarını söylemişlerdi. Onun için onlara müteşekkir olduğunu aklına beddua değil onlara dua etmek geldiğini belirtmişlerdi. Evlenme meselesi hallolduktan sonra tekrar derslere başladık.

Evimizde Bile Onun Huzurundaymış Gibi Otururduk

Mehmed Feyzi Hoca Efendi’nin yanında ders görüp çıktıktan sonra Günay, Veli gibi arkadaşlarla bizim eve gelip dersleri aramızda müzakere ederdik. Bu sırada sanki Efendi yanımızdaymış gibi halimiz, tavrımız ve edebimizde bir değişiklik olmazdı. Çünkü bir hata yaparsak ertesi günü yüzümüze vurur ve bizi ikaz ederdi. Evimizin içinde olan şeylere bile vâkıftı. Ona göre uzaklık ve yakınlık yoktu. Onun için Efendi’ye yakın da olsak uzak da olsak korkar ve çekinirdik. Dikkatli ve kontrollü hareket etmeye çalışırdık.

Efendi Hazretleri'nin Aynı Dersi Yapması

Bir gün bir savcı oğluyla beraber bizim eve geldiler. Bizim evde ise o zamanlar sandalye gibi oturacak bir șey bile bulunmuyordu. Bu yüzden ben adeta utanıyordum ve evimde ders yapmaya çekiniyordum. Ama onların ısrarı karşısında derse başladım. Ama öyle enteresan ders anlatıyorum ki, kendim bile şaşırıyorum. Çünkü anlattığım șeyleri kendim daha evvel ne duymuştum ve ne de bir kitaptan okumuştum. Kelimeler, cümleler adeta iradem karışmadan ağzımdan kendi kendilerine dökülüyorlardı. Cenâb-ı Hak, o anda bana öyle bir ilim verdi ki; oradakiler ağızlarını açtılar kaldılar. Bu dersimde Esmaü’l Hüsna’nın tecelli ve tezahürlerinden bahsetmiştim. 

Savcı ve oğlu benden bu dersi alır almaz doğruca Efendi’yi ziyarete gitmişler. Ben de arkalarından vardım. Onların orada olduklarını bilmiyordum. Baktım Efendi Hazretleri benim anlattığım dersleri daha mükemmel bir şekilde anlatıyor. Bu duruma onlar da şaştılar. Çünkü talebesi de aynı şeylerden bahsetti, hocası da aynı konulardan bahsediyor. Bu zatlar için uzaklık ve yakınlık diye bir şey yok derken işte böyle durumları kastediyordum. Kastamonulu olan bu savcı, bu duruma muttali olunca Mehmed Feyzi Efendi Hazretleri’ne öyle bir bağlandı ki bir daha hiç ayrılmadı.

Hiçbir Sünnet-i Seniyyeyi Terk Etmemiştir

Efendi Hazretlerinin vefatından bir müddet evvel bir rüya gördüm. Rüyamda kapı büyüklüğünde bir çerçeve görüyorum. Epey geniş olan çerçevede altın harflerle Peygamber’in (s.a.v) Şemail-i Șerifi yazılı imiş. Çerçevenin ortası da boștu. Çerçeveyi iki yanından bir zat tutuyordu. Bunlardan birisi öbürüne: “Bu Muhammed Feyzi Efendi’nin derecesinin yüksekliğinin sebebi nedir?” diye sordu. Öbürü: “Hayatı boyunca tek bir Sünneti dahi terk etmemiştir. Bu yüzden o zatın derecesine yetişilmez.” diye cevap verdi. 

Her haliyle Resulullah’ın (s.a.v) Sünnetlerini hakikaten yaşayan, canlı bir timsaldi. Bu rüyayı Efendi Hazretleri’ne anlatınca: “Çerçeve yarım mıydı yoksa tam mıydı?” diye sordular. Ben “tam” olduğunu söyleyince: “Bu rüyanın benzerini birisi daha, merhum Ahmet Kureyşi Efendi de görmüştü. Ama o çerçeveyi yarım görmüştü.” buyurdular. Fakat açıktan bir tabir yapmamakla birlikte sanki önceki rüya ömrünün yarılandığını, benim gördüğüm rüya ise ömrünün tamamlandığını ima ediyordu. Merhum bu rüyanın aramızda kalmasını istemişlerdi. 

Ben senelerce “Ya Rabbi! Efendi Hazretleri’nin derecesini bana göster” diye dua ederdim ama maalesef bu, ömrünün tamamlandığını gösteren bir rüya şeklinde tecelli etmişti.

Niyetle Âdet, İbadet Hükmüne Geçer

Merhum Mehmed Feyzi Efendi her hususta olduğu gibi, yeme içmede de Sünnet-i Seniyye‘ye riayet ederlerdi. Yemekten önce ve sonra ellerini yıkar ve yıkattırırlardı. Âdeti niyetle ibadete çevirmek için yeme içmeyi de ibadete güç olsun diye niyet eder ve ettirirlerdi. Sağdan başlar ve başlatırdı. Bir şey verirken ve alırken sağla alıp sağla vermeyi isterlerdi. Def-i hacet için girerken girerken sol sol ayakla girer, çıkarken sağ ayakla çıkardı. Bize de ilk dersi bu konuda olmuştu. 

Def-i hacet için girerken Hadis-i Şeriflerde varid olan: “Allahümme innî eûzu bike mine’l-hubsi ve’l-habâis” “Ey Allah’ım! Necasetten ve her türlü șeytanî işten sana sığınırım!” ve çıkarken: “El-Hamdü lillahillezi ezhebe annî’l-ezâ ve âfânî” “Bana sıkıntı veren șeyleri yok eden ve bana afiyet veren Cenab-ı Hakk’a hamd olsun!” dualarını okurlardı.

Maaşım Helâl mi?

Doktorun, ilacın ve alınan maaşların Allah’ı unutturmaması gerektiğini, bunların da Allah’ın lütfu olduğu gerçeğini hatırlatırlardı. 

Bir gün “Maaşımız, haram paralardan toplanıyor” diye içimden geçirmiştim ki, tam o sıra şöyle buyurmuşlardı: “Bu zamanda ilimle meşgul olan, öğrenen, öğreten, din uğrunda çalışan ve Allah için bütün menfi şartlar içerisinde dürüstçe çalışan kimselerin maaşları bir nevi cihat olduğu için helâldir, bir çeşit ganimet hükmüne geçer.”

Herkesin Devresi Değişiktir. Kimisinin Önü, Kimisinin Sonu İyi Olur

Oğlum Ömer’in gençliğindeki bazı durumlarından şikâyet edince, Efendi Hazretleri: “Ne acele ediyorsun, acele etme! Devresini tamamlıyor. Herkesin devresi değişiktir. Kimisinin önü, kimisinin sonu iyi olur” buyurmuşlardı.

Muhtemel Sorulara Bizi Hazırlardı. Hacca Genç Giden Genç Kalır

Efendi Hazretleri ders sırasında bazen birden konuyu değiştirir, dersle hiç alâkası olmadığını zannettiğimiz başka bir konuya geçerdi, Hâlbuki onun ileride bizim karşılaşabileceğimiz bir durum veya muhatap olacağımız bir soruya cevap olarak onları anlattığını sonradan fark ederdik. Çünkü o zaman din aleyhindeki hücumlar daha çok ve daha dehşetliydi. Bilhassa bizim çarşının kodamanları bize çatmak için fırsat kollarlardı. 

Mesela bir gün Efendi dersin konusunu değiştirip hacdan bahsetmeye başlamışlar ve “Hacca genç giden genç kalır” gibilerden hacca genç gitmenin faziletinden bahsetmişlerdi. O gün çarşıya çıktığımızda bizim sokağın ileri gelenleri etrafıma toplandılar. O sıra Hüseyin Eroğlu, 1956 yılında 24 yaşında hacca gitmek için teşebbüs etmişti. Hemen bunu fırsat bilip bu konuyu bana sordular. Ben de biraz önce Efendi’den almış olduğum dersle onların ağızlarının payını vermiştim.

Evi Çok Bereketliydi

Efendi Hazretleri’nin evinde bereketin tezahürleri çok görülürdü. Bazı yemek vakitlerinde, ders bitmediği için bizi evlerimize göndermezdi. Bir ekmeğin ucuna bir parça peynir veya birkaç zeytin koyup bize verirlerdi. Görünüște çok az olan bu yiyecek bizi doyurduğu gibi bize çok lezzetli gelirdi ve ertesi günlerde de böyle tatlı bir yemeği temenni ederdik. 

Eski evinde bir sandık içinde kömürü vardı. Fırıncı vermiş. O sandığın içindeki kömürü kaç sene yaktık bitiremedik. Evi nakledilince ne oldu bilmiyorum, henüz daha kömür bitmemişti. Tüp gazları çıkmadan önce evinde küçük bir mangalı vardı. Onda yemek yaparlardı. 

Bir de Maltız ocağı vardı. Hemencecik çay yapıp misafirlerine ve talebelere ikram ederdi. Bir taraftan ders yapar bir taraftan da çay veya kahve yapıp verirlerdi. Tekellüfü sevmezlerdi. Bazen kırık bir fincanla kahve verdiği olurdu. “Bunları hatıra diye saklıyorum. Hem siz de böyle bir fincandan içtiğiniz kahveyi, çay unutmazsınız, hatırlarsınız.” buyururlardı.

Sen de (İlimde) İleri Gittiğinde Anlarsın

Leğende abdest aldığı sıralarda bir gün su döküverirken baktım ayak bilekleri çok zayıf. “Efendim, bu incelik, bu zayıflık, neden?” diye sordum. “Sen de ileri gittiğinde bu bacakların niçin inceldiğini görürsün” dedi.

İlimde ilerledikçe gördüm ki, Ümmet-i Muhammed’in yükü bu büyüklerin sırtında olduğu için zayıflıyorlarmış. Abdest alırken de tarif ederlerdi. Her şeyiyle ders verirlerdi.

Huzur Bulmayınca Namaza Durmazlardı

İlk zamanlarımızda huzur buluncaya kadar namaza durmazlardı. Oturursa kalkar, ayakta ise otururlardı. Bu arada oturmadan: “İlahî ente maksudî ve rizâke matlûb?” “Allah’ım maksadım sen, arzum rızandır.”` diye adeta inler ve feryat ederdi. İkindi ve öğlen tesbihatı ayrıydı. Sabah namazından sonra bir saat kadar dua ederdi.

Ben Yalnız Değilim, Rabbim Benimle!

Bazen Aşkullah’tan ve Aşk-ı Resulullah‘tan ağlarlardı. Evlenmeden önce bir gün onu evinde yalnız, tek başına bırakıp giderken üzüldüm: “Bizim evlerimizde çoluk çocuğumuz var, Efendi Hazretleri ise yalnız, garip kalıyor” diye kederlendim ve: “Efendim, sizi yalnız bırakıyoruz” deyince, “Ben yalnız değilim, Rabbim benimle!” deyip: “Ya Bâkî ente’l-Bâkî…” diye ahlar çektiler.

Efendi Hazretleri'ne Sihir Yapılması

Düğünlerinin ertesi günü, Cuma günü kendilerini tebrik için gittiğim zaman, konuşma arasında düğün gecesi büyü yapıldığını söylediler. Allah’ın inayetiyle hıfz edildiğini, ancak büyünün zavallı kedisini etkilediğini ve gözlerinin önünde kedisinin kıvrana kıvrana öldüğünü söylediler. Cenâb-ı Hak, büyünün etkisini kedi üzerinde göstererek onu korumuşlardı.

Sultan Hazretleri'ne Verilen Zehrin Akması

Derslere ilk başladığımız zamanlarda Efendi Hazretleri kıra gitmeyi arzu ettiler. Benden kendisi için bir at bulmamı istediler. Ben de köyümden bir at getirdim. Aynı onun Bediüzzaman Hazretlerini at üzerinde yederek (bir hayvanı alıp çekmek) götürdüğü gibi ben de onu at üzerinde götürür, bir taraftan da ders yapardık.

Üstad gibi Açık Maslak‘a giderdik. Orada yemek, çay gibi hizmetleri bendeniz yapardım. Kır gezisi bitince bana dediler ki: “Hapiste bana ve Bediüzzaman Hazretleri’ne zehir verdiler. O zehir çıkmamıştı, vücudumda dolaşır dururdu. Ancak kırdan gelince parmaklarımın arasından aktı ve elhamdülillah necat buldum.”

Fatiha'yı Düzgün Okuyabiliyorsa Namazı Sahihtir

Beni Efendi’ye cemaatten bazıları şikâyet ederlermiş. O da bir gün onlara: “Nasıl, Fatiha’yı düzgün okuyabiliyor mu?” diye sormuş. Onlar “Evet” deyince “O halde namazı sahihtir” diyerek onları susturmuş.

Risale-i Nur Şehâdeteyn'in Tafsilidir

Hoca Efendi şöyle izahatta bulunurlardı: “İslam’ın ilk șartı Şehâdeteyn’dir. (yani, Eșhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh). İslam’ın beş șartının birincisi olan Şehâdeteyn asıl, İmanın Altı Şartı tafsilidir. Onun tafsili de Risale-i Nur’dur. Bu iman esaslarına hücum edildiği için tafsil ve ispat edilmek zorunda kaldı. Bu eserleri okuyanlara Risale-i Nur talebesi denildi. İleride Milliyetçilik denilen bir cereyan çıkacak. Ne olurdu bu ikisinin mensupları birleşseydi. İşte o zaman ülkemiz için çok daha hayırlı olurdu…”

Tafsil: Bir şeyi ayrıntılarına inerek açıklama

Feyzi'nin Kim Olduğunu O zaman Anlarlardı

Ancak Risale-i Nur’u kendi tekellerine almak ve onu belli siyasi görüşlerinin güdümüne sokmak isteyenler – Hoca Efendinin tabiriyle – birisinin lehinde, öbürünün aleyhinde olmaması sebebiyle ona karşı cephe açıp aleyhte bir kampanya başlattılar. Kastamonu’ya onu ziyaret için gitmek isteyenlere engel olmak istediler. Hatta onu dövmek için adam bile gönderdiler. Ancak Cenab-ı Hak müsaade etmedi.

Bir seferinde bu konuda şöyle buyurmuşlardı: “Hele bir o işe tevessül etselerdi, Feyzi’nin ne yapacağını, kim olduğunu o zaman anlarlardı…”

Hükümet Konağı'nın Sallandığını Gördüm

Bir seferinde mahkemeye ifade için gitmiştik. İfade sırasında mahkemenin sallandığına șahit oldum. O zaman bütün tüylerim ayağa kalktı. Hoca Efendi’nin böyle özel durumlarına çok şahit oldum.

O zamanlarda bir hoca ezan okumuş. “Bu hoca dersi Feyzi Efendi’den almış'” diye bahane ederek Hoca Efendi’yi ifadeye çağırmışlardı. Orada aslanlar gibi kükreyerek: “Beni bunun için mi getirdiniz? Ben sokaktaki insanların eğlencesi miyim?” dediler. Baktım onun böyle celâllenmesinden koskoca hükümet binası yıkılacak şekilde sallanıyor. İlk zamanları onun böyle hallerini çok gördük.

Efendim Sizinle Niçin Uğraşıyorlar?

Bir seferinde: “Efendim, bazı kimseler hiçbir suçunuz olmadığı halde sizinle niçin uğraşıyorlar?” dedim. Buyurdular ki: “Öyle kimseler, iman esaslarının hakikatini, gerçekliğini ispat edince kendileri yıkıldılar. İşte bunun intikamını küfre hizmet edenler bizden almak istiyorlar ve bizleri suçlamak için bahane arıyorlar. Kanunlar ve mahkemeler bizim suçsuz olduğumuzu ilân edince kötü niyetliler âciz kaldılar.”

Cevaplarınızla Beni Tatmin Ettiniz. Bende Şüphe Diye Bir Şey Kalmadı

Bazen çok soru soranlar da gelirdi. Onlara karşı da çok mülayim davranırlar, tatmin edici cevaplar verirlerdi. Ancak öyle zamanlarda ben, Hoca Efendi yoruluyor diye çok üzülür ve sabırsızlanırdım. Onun yorulduğunu ve üzüldüğünü yüzünden anlardım. Öyle zamanlarda yanakları al al olurdu. 

Bir seferinde öğleden önce bir ziyaretçi geldi. Durmadan soru soruyor ama cevabını alıyordu. Bu durum o kadar uzadı ki; öğle namazını geç vakitte kılabildiler. O zat yine gitmedi ve sorularına devam etti. Ben içimden șu adam def olsa da gitse diyordum. Hâlbuki Efendi, hiç hiddetlenmeden onun sorularını cevaplıyordu. İkindi namazını da bu yüzden geç vakitte kıldılar. 

Namazdan sonra o zat kalktı ve Mehmed Feyzi Efendi’nin elini öperken: “Ben büyük âlimlerle düşüp kalktım ama hiç birisi beni tatmin etmedi. Fakat siz beni tatmin ettiniz. Bende şüphe diye bir şey kalmadı. Hepsini tasdik ettim. Sizi yorduğum için özür dilerim” dedi. Efendi ise: “Sizin sorduğunuz sorular bana hayat verdi. Sizi şüphelerden kurtardığım için çok mutlu oldum.” buyurdular.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Alışveriş Sepeti
Scroll to Top