Risale-i Nur'da Şahs-ı Manevi ve Merciiyet Mes'elesi

Risale-i Nur dairesinin mühim bir hakikati olan Şahs-ı Manevi ve merciiyet hususundaki tevil farklarına dair, bir mukaddime ve dört meseleden ibarettir.
Author picture

Hacı Hulusi Efendi (ks) merhumun, dizinin dibinde, azizler diyarı Elaziz’de 1986 yılında çatlayan Aczmendî tohumu, efkar-ı ammede büyük bir tesri-i ihtizazî meydana getirmişti.

Aczmendîler, “Şeriatın icra ve tatbiki suretinde içtimaiyata el koydukları anda itibaren” rejimin temellerini oluşturan devrim yasaları tartışmalı bir tarzda gündeme gelmiş, bu durumdan rahatsız olan rejim; mahkemeler ve hapis tehdidiyle Aczmendîleri tarassut altına almaya çalışırken, nurcu camia; “müsbet hareket düsturları ihlal ediliyor” iddiasıyla, Risale-i Nur hizmetindeki bu yeni filizlenmeyi, muhalif ve hatta muarız bir surette karşılamışlardır.

Aczmendîlerin rejimle olan mücadelesi ne kadar aleni, açıktan ve şiddetli gelişmişse, nurcuların Aczmendî’ye olan muhalefeti de bir o kadar örtülü, gizli ve fırsatını bulduğunda iftira boyutunu aşacak derecede seviyesiz ve kesintisiz ilerlemiştir.

Fihriste

Risale i Nurda Sahs i Manevi ve Merciiyet Meselesi

Mukaddime

Acip olan şudur ki, “müspet hareket etmedikleri” sebebiyle Risale-i Nur hizmetine zarar vereceklerinden endişe duyulan Aczmendîlere karşı bu derece şiddetli bir tarzda muhalefet geliştiren nurcu camia; “müspet hareket adına tasvip edip alkışladıkları hizmetler” eliyle, Risale-i Nurları vatan hainliği ve terörle beraber zikredilecek bir derekeye düşürmüşlerdir.

Acip ve acı bir başka durum ise; nurcu camianın “Şahs-ı Manevi ve Merciiyet” başlığı altında Aczmendilere karşı geliştirdikleri muhalefetleri ki, onların Üstad hazretlerinin vefatının akabinde “şahsı merciiyetten azledip, şahs-ı maneviyi esas almalarından” fırsat bulan bazı şer odakları, geliştirdikleri dessasane planlar çerçevesinde, büyük bir kuvvete ve teveccühe eriştirdikleri bir kısım naehiller eliyle –Ümmet’i Muhammed’i (as) sahil-i selamete çıkaracak bir hareketi- “Dinler arası diyalog iklimine sokmuş”, “lanetli bir kavmin sahiline yanaştırmış”, “emperyalist ve zalim bir idarenin emellerine alet etmiştir”

Ülkemizin en zeki ve istidatlı gençlerinden iki kuşağı doğrudan, üçüncü bir kuşağı da dolaylı olarak ehl-i ilhada hizmet edecek bir anlayışa sürükleyen bu başıboş vaziyet; “Şahs-ı Manevi ve Merciiyet” meselesindeki azim tevil hatasından kaynaklandığı halde, enaniyetlerin çarpışmayacağı ve hizmette sahiplenmenin artacağı gibi gerekçelerle kuvvet bulmuş, işin bu raddeye varacağı hesap edilemediğinden veya bu hesabı yapanlar tarafından perdelendiğinden, bu telakkiye kuvvet veren ilmi mülahazalar, nurcular mabeyninde büyük kabul görmekle beraber, Aczmendi gibi farklı telakki ve tatbik tarzları reddiyeler ve ithamlarla mukabele görmüştür.

Günümüze gelene kadar “Şahıs ve Şahs-ı Manevi” meselesine dair kaleme alınmış bir çok çalışma varsa da 90’lı yılların başında neşredilmiş 42 maddelik, 11 sayfalık bir çalışma, sonraki bir çok çalışmaya da mesnet teşkil etmiştir.

Neşredildiği dönemde bil ’vesile Müslim Efendi’ye de intikal ettirilen bu çalışmaya mukabil Müslim Efendi’nin kaleme aldığı iki sahifelik mütalaa, ilk çalışmanın muhatapları tarafından, merhum Rüştü Tafral abiye intikal ettirilmiştir. O zat da konuya dair yeni bir çalışma yapmış ve efkar-ı ammeye neşretmiştir.

Gelen bazı suallere mukabil bizler de merhum Rüştü Tafral abinin bu son çalışması üzerinden konuyu ele almak arzusundayız. Zira 42 madde, 11 sayfadan oluşan ilk çalışma üzerine yorum yapmayı üç cihetle münasip görmedik.

1- Konu “Risale-i Nur Mesleğinde Şahs-ı Manevi” olunca, değil böylesi bir çalışmaya itiraz, belki çalışmadaki 42 maddeye ikinci, hatta üçüncü bir 42 maddeyi de biz ekleyebiliriz. Ve hizmet dairemizdeki kuvvey-i kutsiyeyi temin eden şahs-ı maneviye değil itiraz, bilakis üzerinde hassasiyetle durulması gerektiği düşüncesindeyiz.

2- Aczmendîler, Risale-i Nur’daki şahs-ı manevi hakikatini inkâr etmediği gibi, bilakis en az diğer hizmet halkaları kadar bu hususa ehemmiyet verir ve 21. Lem’a merkezli bir şahs-ı manevi teşekkülünü, hizmetin hayatiyeti ve muvaffakiyeti için elzem bilir.

3- İlk çalışma sonrasındaki muhaverelerle, şahs-ı manevi meselesindeki tevil farklarının ortaya çıktığı kısımlar daha ziyade netleştiğinden, bu kısımlara yoğunlaşmanın mutmain edici bir çalışma için daha faydalı olacağını düşünüyoruz.

Mukaddimeyi burada nihayete erdirip, sahs-ı manevi ve merciiyet hususundaki tevil farklılıklarının kaynağı olduğunu düşündüğümüz MEHDİYET, MERCİİYET, TEBAİYET ve HİDAYET gibi dört meseleye kısaca temas edeceğiz, inşallah…

Şahs-ı Manevi Hususunda Tevil farklarına Sebep Olan Meselelerden İkincisi:MERCİİYET

Müslim Efendinin mütalaasına mukabil kaleme alınan mektupta “Bütün Nurcular Hazret-i Üstad’ın ahir zamanda geleceği müjdelenen zat olduğunu kanaat-ı kat’iyye ile biliyorlar ve kabul ediyorlar” denilmekle, nurcularla biz Aczmendî anlayışı arasındaki tevil farklılıklarından en önemlisine temas edilmiş.

İşin doğrusu, “dava bilinci adına nurcu camianın en hayati hatası nedir ?” diye sual edilmiş olsa, verilecek en isabetli cevabın; “Mehdiyet meselesi” olduğu kanaatindeyim. Zira, Üstad’ın vazıh bir tarzda reddettiği ve kendinden sonra gelecek bir zatı işaret ettiği ve dahi Mehdiyetten beklenen -devlet idaresi gibi- zahire aksedecek icraatlar da kendi döneminde görülmediği halde, Üstad’ı ahir zamanda beklenen Mehdi olarak kabul etmek;

“Mehdi geldi, icraatını gerçekleştirdi, sonrası için daha ileri derecede bir muvaffakiyet beklenemeyeceği gibi, bu saatten sonra Müslümanlara düşen tağutun müsaadesi ve müsamahası çerçevesinde dinini yaşayıp, akıllı uslu bir vatandaş profiliyle, güneşin batıdan doğmasını beklemekten ibarettir” demektir.

Takdir edersiniz ki bu azim bir dun-himmetlik olmakla beraber, çok daha önemlisi; Risale-i Nur dairesinde ikinci ve üçüncü hizmet devrelerini icra edecek mühim eşhası nazardan düşürmekle, hizmeti başıboş bırakmak ve herkesin en yakın bir kitapçıdan temin edebileceği bir Risale sayesinde, kendine mahsus bir hizmet tarzı icra edebileceğine ruhsat vermektir.

Şu anda her önüne gelenin -Türkçesini dahi doğru anlamaktan aciz olduğu bir mealdeki- ayetten çıkardığı hüküm ile, daha ilk içtihadında mezhep imamlarını tekfir ettiğini, bunu yaparken de kendisini, reddettiği müçtehitlerin yerine koyduğunu göremeyecek kadar kör olması misal, Risale-i Nur dairesinde Üstad’dan sonra büyük tanımayanlar dahi kendilerini merciiyetin tam merkezine yerleştirdiklerinin ya farkında değiller veya farkında değilmiş gibi davranmakla kendilerini ve etraf çevrelerini yanıltıyorlar.

Kaldı ki “Rahmet, Hikmet ve Hidayet” manasında en ekmel kitap Kur’an’ı Kerim olduğu halde, mealcilerin elinde ne gibi manevi cinayetlere vesile olduğu çok açık net bir vaziyetteyken, Merciiyet ve tebaiyette Risale-i Nur’ları kafi görenler, bunun ortaya çıkardığı ve çıkaracağı azim hataları nasıl görmezler ?

Dahası da var lakin, yaptıkları bir kısım mühim imani hizmetlere hürmeten, bu kadarıyla kifayet ediyoruz.

Şahs-ı Manevi Hususunda Tevil farklarına Sebep Olan Meselelerden İkincisi:MERCİİYET

Bu konudaki nurcu camia ile aramızdaki tevil farklılıklarına girmeden evvel, merhum Rüştü Tafral abinin “şahıs merkezli merciiye ihtiyaç olmadığının” izahında bulunurken, tam aksini ortaya koyduğu bir beyanı nazar-ı dikkatinize arz etmek isterim.

“Üstad’ın kendini merciiyetten azletmesi ile de bu hakikat nakz olunmuş olmaz ve olmamış ve hatta aksine Hazret-i Üstad’ın Üstadlığını te’yid eder olmuştur. Çünkü merciiyet, müraacat edilen makamı ifade eder. Dini sahada merciie müraacat eden aklını taalin ve kalbini terbiye etmek; yani ilmen ve ruhen terakki ve tekamül etmek ve hadisat-ı alem içinde isabetli olur ve hareket tarzını göstermesiyle sırat-ı müstakimi bulmak için müraacat eder. Yani ta’lim ve terbiyesi altına girer”

Görüldüğü üzere merhum “şahsi merciyeti kabul etmediğinin” izahında bulunurken, farkına varmadan “şahsi merciiyetin zaruretini” ikrar etmek durumunda kalması da gösterir ki; merciiyet ve fazilet, hikat-i fıtriye kanunu olmakla beraber, Üstad döneminden bahsedip de başka bir neticeye varmak mümkün değildir. 

Bu münasebetle belirtmekte fayda var ki, biz Aczmendîlerin de ısrarla üzerinde durduğu; bir an önce Bediüzzaman (ra) nurculuğunun umum nur dairesinde ikame edilmesidir.

Lakin acip olan şu ki; Süfyaniyet rejiminin üstadımızdan tenkitkerane ve tehditkerane bir tarzda sual ettiği müsavat kanununu, günümüz nurcuları, “merciiyet ve fazileti esas alan Aczmendîlere” telkin ediyorlar.

O halde biz de Üstadımızdan (ra) aldığımız dersle deriz ki;
“Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkîde muvaffak olamaz… Ve nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka kanununa zıttır… 

İşte nev-i insanın tenevvünün en mühim MÂYESİ ve ZEMBEREĞİ; müsabaka ile, hakiki îmanlı fazilettir. Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdiliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle ancak mümkündür”

Rüştü Abinin “şahsın merciiyetini teyit” manasında anlaşılan izahını nakilden başka şimdi dilerseniz merciiyet konusundaki tevil farklılığının ortaya çıkardığı şahs-ı manevi telakkisindeki arızalı bir kısma nazar edelim.

Mevcut nurcuların hatalı teviller sebebiyle metcii olarak şahs-ı maneviyi muhatap kabul etmeleri, Ehl-i Sünnet vel’cemaat bir itikadı ve Cadde-i Kübra bir mesleği, Batini bir anlayışa çekmektir. Öyle ya, kendisini “zaman ve mekan kaydına bağlı olmayan bir şahs-ı maneviden başkasıyla muhatap görmeyen” bir zat için kullanılacak en hafif ifade; bu zatın mezheb-i batiniye üzere bulunduğudur.

Bu tarzda bir anlayış üzere bulunanlara, farklı bir telkinde bulunmanın faydası olmamakla beraber, bir temsil ile içinde bulunduğu durumu tasvir etmek isterim.

Ticari şirketlerin tüzel kişilikleri, konumuza güzel bir misaldir. Aynı şirkete eşit hisselerle ortak olmuş iki hissedar tahayyül edelim. Yıl sonu muhasebesi için iki ortak şirkete varırlar. Kar/zarar oranlarını belirtir tabelanın önünde dururlar. 

Kendi hisselerine düşen miktarın hesabını incelemelerinin akabinde ortaklardan biri muhasebe birimine yönelir, oradan aldığı bir makbuzu şirket yönetim kurulu başkanına imzalatır ve ennihayet vezneye getirir, parasını alır.

Diğer hissedar ise halen tabelanın önünde durmaktadır. Arkadaşı ona neden işlemlerini başlatmadığını sorar. “Ben şirketin tüzel kişiliğiyle muhatabım. Sıradan bir muhasebeci, bir kaç yılda bir değişen bir yönetici ve kıymetimi takdirden aciz bir vezneciyle muhatap olmam” der.

Ücret dağıtıldığı esnadaki telakki tarzı bu olan adamın, vazife taksimi ve hizmet esnasındaki durumu nicedir ? Zira “Ben, sadece şahs-ı manevi ile muhatabım” diyor, başkada bir mercii tanımıyor.

Artık muhatap olduğunda, şahs-ı manevi ona ne diyor, ona dediğinden farklı olarak daha daha başkalarına ne diyor da, İttihad-ı İslam hedefiyle ortaya çıkmış bir mesleğin fertleri kendi arasında böyle paramparça bir vaziyet alıyor, onu kimse söylemiyor…

Velhasıl-ı kelam; Halep’te örülen halı misal; bizim dairede de bir şahs-ı manevi olduğu söylenir ve duyulur. Lakin enine mi boyuna mı bilinmez… Kimse de hesap etmez…

Üçüncü ve dördüncü meselemiz olan, TEBAİYET ve HİDAYET meseleleri, ilk iki meseledeki izahlarımızı tasdik edenlere ve bir derece üçüncü hizmet devresine baktığından işin bu cihetini burada zikretmeye ihtiyaç yoktur.

Rabbim hakkı hak olarak bilip ittibayı, batılı batıl bilip içtinabı cümlemize nasip ve müyesser etsin (amin)

Arzu ve istirham ederiz ki; Haddi aşan tabirat, hakkın hatırı namına sayıla, incittiğimiz gönül olduysa, affola…

Fiemanillah…

Fihriste

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Alışveriş Sepeti
Scroll to Top