Fena Fil İhvan
«Dördüncü Düsturunuz: Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip onların şerefleriyle şakirane iftihar etmektir. Ehl-i tasavvufun mabeyninde fena fi’ş-şeyh, fena fi’r-resul ıstılahatı var. Ben sofi değilim, fakat onların bu düsturu bizim meslekte fena fil ihvan suretinde güzel bir düsturdur.
Kardeşler arasında buna tefani denilir. Yani birbirinde fani olmaktır. Yani kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup kardeş-lerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır. Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlad, şeyh ile mürid mabeynindeki vasıta değildir. Belki hakiki kardeşlik vasıtalarıdır.»
(21. Lem’a
Fena Fil İhvan Ne Demektir?
Kardaşım;
Maksadımız Risale-i Nur Külliyatı denilen ve bu şaşkın, perişan, helaket ve felaket asrında mahza hidayet meşalesi olarak parlayan eserlerin ne dediğini anlamaya çalışmaktır. Bunun için de müzakerelerin şart olduğu malumdur.
Bazı tabirler vardır ki; işin aslını içine alır. Mesela ihlas kelimesi Risale-i Nur hareketinin aslını ifade ettiği gibi, İhlas Risalesi de Risale-i Nur Külliyatı’nın mücmel bir hülasası olduğu ehlince malumdur. Ömrünün 60 senesini Risale-i Nur talebeliğinde geçiren ve daima birinciliği muhafaza ederek ihlasta ölçü birimi mertebesine terakki eden Hulusi (ks) derslerinde şöyle buyururdu: “Ders olarak ihlas Risalesi kafidir, diğer eserler de okunmalıdır.” Malumdur ki, bu tabir diğer eserlerin (haşa) ehemmiyetsizliğini değil, belki İhlas Risalesi’nin ehemmiyetini belirtmek içindir. Her neyse…
Biz de bu kıymetteki İhlas Risalesi’ni gazete okur gibi okumuş olmamak için bir deneme yapalım dedik. Zaten sevgili Ömer’imize bir vaadimiz vardı ki, fena fil ihvan tabirinden anladığımızı kendilerine arz edelim. Sözümüz hüccet değil, hükmümüz de kesin değil, aklınıza yatan tarafı varsa siz kazançlı çıkmış olur, biz bildiğimizle kalmış oluruz. Yok eğer yanlışımızı bildirirseniz o zaman biz kazançlı, siz ise bildiğinizle kalmış olursunuz.
Tevfik Allah’tandır. O’nun en kamil Resulüne (A.S.M), O resulün de aline, ashabına ve etbaına binlerce salat ve selam olsun. Rabbim bizi ayağı kaymışlardan eylemesin sevgilileri hürmetine. (amin)
Bilmem gazete gibi oku-mayınız tabirinden siz ne anlıyorsunuz? Ben düşündüm şöyle bir mana anladım:
Evvela: Gazete şöyle bir gözden geçirilir. Kendince lüzumlu yerler okunur, diğerleri geçilir.
Saniyen: Okunan yerlerde de kelimeler üzerinde durulmaz. Toplu mana üzerinde durulur.
Salisen: Gazete haberi; doğruluk ihtimali olan bir fikir verir. Onun için gazete haberi esas alınarak ciddi toplantılar yapılıp müzakereler açılmaz. Ancak o haberin aslı araştırılır ve vesikalandırılabilirse ondan sonra müzakereye geçilir. Yani yakîn hasıl ettikten sonra. Bize ait olan bu tesbit, eksiğinden sarf-ı nazar eğer yanlış değilse netice olarak şunları söyleyebiliriz.
Risale-i Nur Külliyatı’nın tamamında her ne emredilmişse aynen kabul edip anlamaya ve mucibince amel etmeye çalışmak. Hesabımıza gelmeyen yerleri atlamamak ve tevile sapmamak.
Toplu mana üzerinde değil, belki mananın anlaşılması için kelimelere kadar inmek. Bir define ararcasına kelimelerde ve cümlelerde tefekküre dalmak.
Risalelerin her haberini, üzerinde müzakere açmaya değer bulup anlaşılmasına çalışmak; anlaşılmadan geçmemek. (Sadırdan değil, satırdan …) gibi anlaşılması güç muğlak cümlelerle müzakere suretiyle Risalelerin okunmasına engel olmamak.
Şimdi esas maksadımıza dönelim: “Ehl-i tasavvufun mabeyninde fena fi’ş-şeyh, fena fi’r-resul ıstılahatı var. Ben sofi değilim, fakat onların bu düsturu, bizim meslekte ‘fena fil ihvan’ suretinde güzel bir düsturdur…” Bu mübarek ibaredeki “fena fil ihvan” tabiri üzerinde anladıklarımı tashihlerinize arz edeyim, canım kardeşim. Zira bu kelimenin mesleğimizdeki yerini; namaz içindeki abdest mesabesinde görmekteyim.
Bir ehl-i tarikatın şeyhi, girdiği tarikat yolunda hangi ehemmiyeti haiz ise, hiç endişesiz söylüyorum ki; fena fil ihvan meselesi de bizim meslekte o ehemmiyeti haizdir.
Fena fi’ş-şeyh olamayan bir müridin fena fi’r-resul, fena fi’llah makamlarına terakki edemeyeceği gibi, fena fil ihvan sırrını anlama-yanların da Risale-i Nur’daki maksud damına çıkmada bir milimetre yol alacaklarına kani değilim. Risale-i Nur’un ilminden istifade etmek Risale-i Nur talebeliği için kafi değildir.
Hz. Gavs-ı Azam’ın (ra) Hz. Üstad’ımıza (ra) müjdelediği dört zattan birisi olan Adilcevazlı Kürt Bekir Ağa’nın ümmî olduğunu bilmek bu meseleye kafi bir delildir. İlim yakîn değildir! Burası ayakların kaydığı yerdir. Risalelerden çok delil bilmek, bir meseleye dair on yeri hemen açıp okuyuvermek Risale-i Nur talebeliğinin şartları arasında değildir. Şüphesiz ki bu âlî bir meziyettir. Fakat bu meziyet aklîdir, kalbî değildir.
Yakînin kalpde husulü ayrı hususiyetler ister ki; bunun da kapısı fena fil ihvandır. İnşaallah dairemize ait olan mütalaamıza tekrar dönmek üzere sözü başka bir mecraya aktaralım.
Madem Hz. Üstad’ımız (R.A) fena fi’ş-şeyh ve fena fi’r-resul ıstılahına nisbetle fena fil ihvan düsturunu bizlere emretmiştir. Herhalde birinci basamak olan fena fi’ş-şeyh hakkında ehl-i tasavvufun ne anladığını ve nasıl tatbik ettiklerini bilmekte faideler olacaktır.
Fena, Mektubat-ı Rabbaniye’ye göre; ortadan kalkmak. Fenanın lûgat manası: Yok olmak. Fena fi’ş-şeyh: Bütün varlığını şeyhinin varlığında yok etmek. Kendisi ortadan kalkmak. Şeyhi ile hayattar olmak… gibi çok manalar vermişler.
Bu fena fi’ş-şeyh meselesinin ehemmiyetini anlamak için İmam-ı Rab-bani (ra) Hazretleri’nin şu mektubunu okumak maksada fazlasıyla kifayet eder: « Bilesin ki; Bir zorlama ve yapmacık olmadan, şeyhin müride rabıta-sının husulü, mürid ile mürşid arasındaki münasebetin tam olduğuna alamettir. İşbu rabıta faydalanma ve faydalı olma sebebidir. Asla rabıta yolundan daha yakın bir yol da yoktur.
O ne güzel saadettir ki, bu devlete erenin olur. Hz. Hace Ahrar Fıkralarda (kendi yazdığı Fıkarat kitabında) şöyle anlattı.
– Delil gölgesi, Sübhan Hakk’ın zikrinden evladır. Yani; faydalı olma manasında… şu demeye gelir:
– Delilin gölgesinde durmak, mürid için zikir ile meşgul olmaktan evla-dır. Çünkü böyle bir zikir, zikri edilen yüce zatla tam bir münasebet meydana getirmez ki, zikir yolu ile tam faide temin edilebilsin. Evvel ahir selam » (187. Mektub)
Meselemiz fena fi’l-ihvandı. Bu âlî fakat mühmel değil, metruk hakikati anlamak için bu Risale-i Nur binasının kuruluş günlerine ve kurucu heyetin bu meseleyi tatbik tarzlarına bakalım. Barla ve Kastamonu Lahikalarını açıp tasdikat ehli olan erkanların Hz. Üstad’da nasıl fani olduklarına bakmak, onların engel tanımaz, korku bilmez emsalsiz hizmetlerindeki sırrı anlamaya çalışmak zaten esas maksadımızdır.
Hele iyi bak, bu nasıl bir fena fil ihvan tatbikatıdır ki; Hz. Üstad’ımız (R.A) Kastamonu’nun Karadağ’ında bir söz buyuruyor, aynı sözü aynı zamanda Denizli’den fena sırrına ermiş bir müstakbel şehit (ks) kaleme alıyor. Ve yine bu nasıl bir fena fi’l-ihvan sırrıdır ki; birisi öbürünün yerine hasta oluyor. Hatta Hafız Ali (ks) misali biri öbürünün yerine ölüyor.
Yine bu sırladır ki; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Mektubat’ın hemen hemen tamamının yazılmasına sebep olan sualleri soran Hulusi (K.S) bize şu itirafta bulunmuştur. Biz de bunu kaydetmişizdir.
Buyurdu ki:”– Hayatımda hiçbir zaman Üstad’a sual sormak aklımdan geçmemiştir. Vaki’ olan sualler tamamen ihtiyarsızdır.” İşin bereketini anla…
Yine bu fena fil ihvan sırrına bak ki, Hz. Üstad’ımız (r.a) emrediyor. “Hulusi’nin tekerrür etmiş ‘min haysü la yeş’ur’ bir keramet-i ihlasiyesi şudur ki, yeni yazılan ve ona henüz gönderilmeyen risaleleri mevzuunu teşkil eden bir bahsi mektubunda yazar. Adeta istiyor.” Barla Lahikası’nda misalleri çoktur.
Anlatmak istediğimiz şu ki: Risale-i Nur’un mebdeinde fena fil ihvan; yani, evvela Hz. Üstad’da fani olmak, sonra da Hz. Üstad’da fani olanların birbirlerinde fani olmaları. Fakat tarağın dişleri gibi değil, fazilette ve kıdemde küçüğün büyüğünde fena bulması şeklinde.
Bu zatlar 30 kişidir. 12’sinin ismi başta Hüsrev (ks) ve Hulusi (ks) olarak 28. Mektub’un rüya bahsinde tasrih edilmiştir. Tasdikat sahibi ve icazetli talebelerdir bunlar.
Risale telifinin bittiği 1944 senesine kadar bu cihan şümul hizmette temel taşı olan zevat-ı kiramdır bunlar. Hayatta olanlarına binlerce selam, sıhhat ve afiyetler vefat edenlerine hadsiz rahmetler Rabbimiz Teala’dan diliyoruz. Allah (cc) hepsinden razı olsun… Amin!…
Fena Fil İhvan Büyükte Olur. Küçüğe Karşı Vaziyet Şefkattir.
Bu ilk ve asıl tatbikattan aldığımız ders şudur: Herkes bir büyüğünde fani olmak suretiyle mesleğimizin dört hatvesinden birincisi olan Acz meselesini halletmişler. “Menittehaza ilahehu hevahu” tehlikesinden kurtulmuşlar. Yoksa konuşurken her sözün başına “Acizane” tabirini koymakla acz meselesi halledilemez. Sonra nefsin kendisine karşı itiraz yeri bulabildiği kimsede fani olunmaz. Ancak her bakımdan maddi ve manevi bütün hallerde kendisinden üstün gördüğü kimsede fani olunabilir. Yeri geldiğinde kusurunu görebildiğin, kendisine itiraz edebildiğin bir kimseye karşı “fena fil ihvan” gösterişi mutlaka maddi ve manevi bir menfaate dayanmaktadır. Gayet basit olarak herkes bunu tecrübe edebilir. Şöyle ki:
Üstadımızın veraset-i nübüvvet sırrının taşıyıcıları olarak kendilerine icazet verdiği mezkûr otuz zattan maada herkes (kendisini abi tanıyanlara değil de) kendisinden bir büyüğüne teslim olup her hususta, her hissiyatında, her halinde O’nu kendisine tercih etsin. Kendisini unutsun. Onu kendisinde canlandırsın. Bakalım yapabilecek mi, yapabiliyor mu?
(Kardaşım bilmem ki sen de benim gibi emmare nefislerin : “Hayır! Asla! Olamaz!” nidalarını hayal kulağıyla işitebiliyor musun?) İşte o zaman anlaşılır, fena fil ihvanın hakikatini mi yaşıyor, yoksa nefsin ve şeytanın maskarası mı olmuştur.
Fena fil ihvan büyükte olur. Küçüğe karşı vaziyet şefkattir. Yoksa terakki olmaz.
Biraz açalım; “Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlad, şeyh ile mürid mabeynindeki vasıta değildir. Belki hakiki kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz haliliye olduğu için meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise en yakın dost, en yakın arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardaş olmak iktiza eder.”
Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer buyurduktan sonra, üstadlığın dairemizdeki muamele tarzını beyan ediyor. Dikkat edilirse ondan sonrası tamamen şefkate dayalı vaziyetlerden ibarettir. Üstadın diğer talebelere karşı vaziyeti ve vazifesi en yakın dost, en fedakâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardaş olmak iktiza eder. Hepsinin mayesi büyükteki küçüğe karşı olan azami şefkat sırrı… Ama bu; vazife ve galib hissiyat itibariyledir. Yoksa bu tabirlerde elbette fena fi’l-ihvanın cilveleri de vardır. Bunun tetkikini yapacağınız muhakkaktır.
Bizim Hızıroğlu’nun metodu ile şimdi işi tersinden ele alalım. Yani; müntehinin mübtedide, eskinin yenide, bilenin bilmeyende fani olduğunu düşünelim. Mübtedi bu irşad dairesine yanlışlarını düzeltmek için girmiştir. Elbette kusurları olacaktır. Hele bu zamanda… Bu yeni gelen zata göre üstad durumunda olan bir nur talebesi bu yeni gelen zatta fani olsa, kendisini terk etse, onun hissiyatıyla ve fikriyatıyla ve yaşayışıyla yaşasa iş nasıl olur.
Elbette ilim cehle, kemalat noksanlığa inkılab eder. İrşadın sırrı ortadan kalkar. İşin doğrusu odur ki: Fena fil ihvan aşağıdan yukarıyadır. Bu, acz madenini işlettirir. Yukarıdan aşağıya ise hılletin esası caridir. Bu da dört hatveden üçüncüsü olan şefkat madenini işlettirir.
İhlastaki birinci düstur, fakrın ilacı, rabıta-i mevt ve huzur iktisabı ise tefekkürün esasıdır. Rabbim bizi muvaffak eylesin. Amin!…
Bilmem ki; ihlas vücudunun ruhu fena fi’l ihvan, bir ayağı rabıta-ı mevt, diğer ayağı da tefekkür-ü imaniden gelen huzur yani ihsan makamıdır desek yanlış olur mu? Eğer bu tesbite itiraz etmezsen ben daha ileriye gidip şöyle diyeceğim; fena fil ihvan manasında kendisinden büyüğünü kabul etmeyen işin ruhunu kaybettiğinden binler dershanenin başındaki bir abi (!) olsa da yine ölüdür. İhlasın kokusunu alamamıştır. İhsan makamı ise ihlas kademelerinde ilk basamaktır, ihlas onunla başlar. Rabbim bizleri mahrum bırakmaya…Amin! amin! amin!…
Bir kimse kendisine bir hizmet halkası kuruyor. Elindeki eserlerin kuvvetiyle bir muvaffakiyet oluyor, başına bir cemaat toplanıyor. Bu otuz yetkili zattan hiçbirine tebaiyeti yok, fena fi’l-ihvan şöyle dursun, kendi başına bir seyyare… ötekisi de orada ayrı bir seyyare… Berikisi de burada… sonra onun mensubu öbürünün yanına giderse nifak damgası yer, beriki ötekinin ve hakeza… Şimdi bu grupların başındakiler kendilerinden daha büyük birini kabul etmedikçe o kabul ettikleri büyük de kendisinden daha ileridekini kabul etmedikçe ve netice aramızda olduğundan kıl kadar şüphemiz bulunmayan ferid makamının mazharı ve Risale-i Nur’un şahs-ı manevisinin mümessilinde nihayet bulmadıkça fena fil ihvan hakikatı nerede kalır?
Ben umum nur talebelerinde fani olmuşum lafı, 20. asırdan başka hiçbir asırda bulunmayan sevgili enaniyetlerimizin kalın bir perdesi olmuştur. O sevgilimiz o kalın perdenin altında büyüyüp kalınlaşmaktadır. Hulusi’den (ks) bir latife, sohbetlerinde dinlemiştik: “Bir gün eve bir zat geldi, içeri aldım. Bana dedi ki: “Efendi ben nefsin icabına baktım. Artık onu dirilmeyecek bir surette öldürdüm.” Biraz da titremeler vesaire gibi haller geçirdi. Sakinleşince kendisine dedim ki: “Ben bu işlerden anlamam. Sen Hacı Tevfik Efendi’nin yanına git.” O da oraya gidiyor. Aynı şeyleri o mübaret zata anlatıyor. Hazret rahlesinin üzerinden başını kaldırıp gözlüklerinin üzerinden gelene bakıyor ve diyor ki: “Hiç nefsinin kuyruğuna bastılar mı? Adam dersini alıp gidiyor.”
Malum olduğu üzere Hacı Tevfik Efendi Nakşibendi Tarikı’nın Harput’taki son halkası, arif-i billah bir zattır. Allah rahmet eylesin. Amin.
Rabbim bizi ve bütün kardaşlarımızı fena fil ihvan hakikatini anlayan ve yaşayanlardan eylesin. Amin!.. Allah’a (cc) emanet olunuz.
Hulusi (ks) müstesna diğer yirmi dokuz veraset-i nübüvvet erkanlar Denizli hapishanesinde bir araya gelmişlerdir. Başta Üstad’ımız (ra) olarak Cenab-ı Hak hepsinden razı olsun. Biz biçareleri de onların şefaatlerine mazhar eylesin. Amin…
Tetimme
Sual: Biz fena fil ihvan meselesini herkesin kendisinden bir büyüğün-de fani olması değil, belki herkesin bu daire içindeki her bir kardeşinin üstün bir meziyetiyle iftihar edip fikren ve hayalen onlarla yaşaması şeklinde anlıyoruz?!
Elcevab: Evvela şu hususta bir anlaşmaya varalım: Risale-i Nur’un birinci vazifesi insanların nefislerini emmarelik mertebesinde teslim alıp terakki ettire ettire şuhudî veya gaybî hakkalyakin mertebesine çıkarıp son nefeste onu imansız gitmekten kurtarmaktır. Diğer bütün emirler bu neticenin husulü içindir.
“İman-ı tahkiki, ilmelyakinden hakkalyakine yaklaştıkça daha selbedi-lmeyeceğine ehl-i keşf ve tahkik hükmetmişler. Demişler ki: ‘Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüte düşürebilir.’ Bu nevi iman-ı tahkiki ise yalnız akılda kalmıyor, belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. Öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor…” (Kastamonu Lahikası)
Takib edilen yol ise aklî bürhanlar ile kalbe yakînin akması için menfez-ler açmak ve ondan sonra da yakîni, hakkalyakine çıkartmaktır. Bu kuvvet kalp-de hasıl olmadıkça iman daima tehlikededir. Rabbim cümlemizi bu ebedi hasa-retten muhafaza buyursun. Amin…
Hakkalyakin saadeti yoklukla bulunur, varlıkla değil. Havuzda erimek, kafa fenerini yere çalmak, fena-fi’l-ihvan, fena et, feda et. Hülasa, zahir veya zımnî külliyatın ekseriyeti bu neticenin husulünü istihdaf etmektedir. Bunda itiraz yeri yoktur.
Şimdi biz mübtedi bir talib olarak (elbette emmare nefsimizle beraber) Risale-i Nur’un kapısını çalıp içeriye girdik. Baktık ki en ufak yerlerde dahi birkaç ana grub teşekkül etmiş. En doğrusu biziz deyip çalışıyorlar. Bu manada yok olmak olmadığı için herkes ne anlıyorsa onu en doğru anlayış kabul ederek mucibince amel ediyor.
Ezcümle: Birisi “Maksad-ı ali siyasettir, en doğru Risale yolu budur” diyor. Diğeri “Risale-i Nur hizmeti demek üniversite gençliğine hizmet demektir.” diyor, başka bir şey tanımıyor. Başka bir grup namazı temizlik, antreman vesaire gibi menfaatleri cihetiyle kılan musalli gibi Risale-i Nur’u mana-yı ismiyle okuyan bir grup. Bunlar büyük olanları, müteferriklerinin ise ne hedeflerini ve ne de adetlerini tespit etmek mümkündür. Bunu siz de biliyorsunuz. Şimdi söyle bakalım, hangisinin yanlışını doğru kabul edip onda fani olalım. Bunu güzel siyaset yaptığı için, şunu para toplamakta mahir olduğu için, berikini derin bir vurdumduymazlık yorganına sarındığı için ve hakeza… medhedip onlarda fani (!) olalım. Yani, kendimizi de bunların hepsinin üstünde bir makamda var edip; aferin falanca, aferin filanca derce-sine yirminci asra mahsus bir yokluk (!) içine atalım öyle mi?
Bu nasıl bir yokluktur ki, emmare nefsi, bir terbiye altına girmeden kendi kendine onda muvaffak olsun. Bu nasıl bir yokluk ki, orada yok edecek bir büyüğün tasarrufu kabul edilmesin. Bu nasıl bir yokluktur ki, kendi varlığına başkasının da varlığını ilave ederek iyice var olur. Evet bu öyle bir yokluktur ki, kalp, ruh, sır gibi ulvi latifeler nefsi emmarede yok olur!… Doğrusu şeytan nasihatçi kılığında gelince onun şerrinden emin olmak her babayiğidin kârı değildir. Allah bizi onun her türlü şerrinden emin eylesin. Amin.
Ayrıca kısa bir mütalaa daha: Diyelim ki; bir kardeşimiz çok güzel konuşuyor. Biz bununla iftihar edebilir miyiz?
Evvela: O kardeşimizin konuşmaları riyadan, ucbdan hâlî midir?
Saniyen: Bu konuşmaların görünenden başka bir niyeti var mıdır?
Salisen: Bu zatın akıbeti nereye müncer olur? Vesaire gibi hususları kesin olarak bilmedikçe onu tebrie etmek suretiyle onunla iftihar etmek olur mu? İslam tarihinde kuzman hadisesi meşhurdur. Hz. Ömer (ra) Efendimiz bir sahabi hakkında malumat istiyor. Yanındakiler onun harbde şehit olduğunu söylüyorlar. Hz. Ömer (R.A) Efendimiz: “Şehid olduğunu ne biliyorsunuz? Ya başka bir maksat taşıyarak harbe gittiyse” diyerek Resulullah (asm)‘ın şehit dediklerinden başkasına şehit demeyi yasaklıyor.
Kardaşım kör neyi görür? Sağır neyi işitir? Dilsiz neyi konuşur? Emmaredeki konuşmak konuşmak mıdır? Emmarenin görmesi görmek midir? Emmarenin duyması duymak mıdır? Ki şunun bunun meziyetleriyle iftihar etsin. Burada anlamak istemediğimiz bir mana var ki; o da fena fil ihvanın bahsettiğimiz tarzıdır.
Kardaşım büyük tanımamakla ve terbiyelerine girmemekle işi nereye vardırdığımızı anla ki bu ahkâr-ı mahlukat dahi başından büyük laflar etmeye kendisinde cesaret bulabiliyor.
Rabbim kusurumuzu affetsin. Sonumuzu hayr etsin. Amin Amin Amin.
Müslim Gündüz
1990