Elazığ 1. Ağır Ceza İddianamesine Karşı Müdafaa

(Müslim Gündüz - 1993)

elazig 2Evvela şunu arz edeyim ki; bir insan kanun diye diye kanunu çiğnese, Hürriyet diye diye istibdadı icra etse, adalet diye diye zulüm işlese, o adamın uyguladığı kanuna uymak değil mu­halefet etmek ayn-ı kanundur. Onun yaşatmak istediği hürriyet anlayışına karşı çıkmak ayn-ı hürriyettir. Ve zulüm ile âlûde olan adalet anlayışını tanımamak adaletin ta kendisi olur.

Evet şu anda biz, vicdan hürriyetinin adı olan laiklik tatbikatının, vicdanî olan kanaatlerimizin tamamına en şen’i bir surette baskı yapıldığının resmi ahvali içerisindeyiz.

İnsanların asayiş ve idareye dokunmamak şartıyla hür iradeleriyle hareket serbestiyeti içerisinde olduğu iddiasında olan demokrasinin, fevkalade çarpıcı bir baskı ve zulmüyle karşı karşıyayız.

Biz bu memlekette laiklik denilen şeyin Müslümanların inançlarına vurulan prangadan başka bir suretini görmedik. Biz demokrasi denilen şeyin, Avrupa’nın bu vatan evlatlarını kamplara bölüp onları birbirine kırdırmanın dışında bir suretine şahit olmadık.

Acaba fevkalade merhametkâr ve iyi bir insan, yılan suretine girse diğer insanlara hücum vaziyetini alsa, o yılanlara düşman olmak, iyi ve merhametkâr insanlara düşman olmak manasında mı anlaşılacaktır?

Doğrusu laikliğin ve demokrasinin insan suretindeki şeklini görmeyi bütün ruh-u canımızla arzu ediyoruz. Fakat heyhat…

Eğer laiklik vicdanlara tahakkümü kaldırmak içinse, bu memlekette varsa, vicdanî olan kanaatinden başka hiçbir fiili hareketi olmayan bizler, bugün neden ağır ceza hakiminin karşısındayız?

Eğer demokrasi, asayişi ve emniyeti bozmayan her hareketin serbest olduğu bir zeminse, bizlerin en saygıdeğer insanlar olarak bilinmemiz lazım gelirken, bugün neden birer mücrim olarak mahkeme koridorlarındayız?

Acaba biz Müslümanlar için cidden birer zulüm vasıtası haline gelmiş olan bu laiklik ve demokrasi tatbikatlarına karşı; kabul etmemekle mukabele etsek, suçlu biz miyiz yoksa çok iyi olduğu iddia edilen fakat bu iyi suratını asla görmediğimiz demokrasi ve laiklik midir?

Bir devlette her vatandaşın, hükümetlerin her türlü icraatlarını kabul etmek ve onları be­nimsemek mecburiyeti olmaz. Ancak fiili bir mukabele bahse konu olursa o zaman cezalandırmak cihetine gidilebilir. Biz de vicdani ve imanî olan kanaatimizi hiç saklamadan söylüyoruz.

Tele­vizyonda da söyledik, burada da söylüyoruz; Biz demokrasiyi istemiyoruz, biz laikliği benimse­miyoruz, sevmiyoruz. Fakat siyaset aleminde zor kullanarak, kan dökerek, anarşi çıkararak yapmak istediğimiz en ufak bir hareketimiz yoktur. Bizim bu kanaatlarımız tamamen dinî imani ve itikadidir.

Her halde şu içinde bulunduğumuz ağır ceza davasında vereceğiniz karar laiklik ve demokrasinin şimdiye kadar oturduğu zulüm tahtından inip inmediğinin de bir belgesi olacaktır.

İddianamede yazılı olan Cumhuriyete düşmanlık ve onu tahkir etmek ise asla varid olmamıştır. Zira İslam dini Cumhurî bir dindir. İslâmî olan cumhuriyetlerin ilk reisleri de Hz. Ebu Bekir (R.A.), Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (R.A.)’dirler.

Kıyafet anlayışımız suç telakki edilmiş. Evet, anlayış suç telakki ediliyor. Bir insanın vatanım dediği, her türlü vatandaşlık vazifesini yerine getirdiği ve doğup büyüdüğü ken­di öz vatanında beş metre kumaş alıp terziye götürüp bunu “Şöyle şöyle dik giyeceğim.” demek hürriyetine sahip değilse o vatanda yaşayan haysiyetli insanlara iki yoldan başka bir yol kal­maz. Ya hürriyeti uğrunda ölmek veya kahrın pençesinde zindanlarda çürümektir.

Bu nasıl bir hürriyet anlayışıdır ki, Altmış milyon insan devletin icbar ettiği bir şeklin dışında elbise yaptırmak ve giyinmek hürriyetine sahip değildir. Bu tahakküm vicdanlara öyle bir tahakkümdür ki tarih bunun emsalini asla tespit edeme­miştir.

Binaenaleyh bir Müslümanın Cumhuriyeti tahkir etmesi asla düşünülecek bir şey değildir. Bizden de böyle bir şey varid ol­mamıştır. Yok eğer bu laiklik denilen ve halen ne olduğunu kimsenin anlayamadığı acube-ı hil­kat mefhumu kurtarmak için cumhuriyet pirim veriliyorsa o başka. Onun kusuru ise bize ait değil, hakkımızda bu davayı açanlara aittir.

Bu mukaddimenin akabinde, hayatta düstur olarak kabul ettiğimiz bazı hususları da arz et­tikten sonra iddianamenin cevaplandırılmasına geçeceğim:

Biz; kuvvet kullanarak, asayişi bozarak, cem’iyette anarşi çıkararak in­sanları öldürerek, insanları kamplara bölerek, vicdanlara tahakküm ederek bir yere varılacağına kani değiliz. Biz iman cereyanındayız. Hareketlerimiz vic­danidir, fikridir ve itikadidir. Bugünkü siyasetten nefret ediyoruz. Çoğu ya­lancılık ve ecnebi parmağına alet olmaktır…

Bu esasları tespit ettikten sonra derim ki:

  1. Tempo dergisinde ve televizyonda iddia edildiği gibi biz kimseyi düelloya davet etmiş değiliz.
  2. Ankara’ya gitmek arzumuz Uğur Mumcunun öldürülmesinden takriben on gün evvel kesin­leşmiştir. Berat gecesini Ankara Kocatepe Camiinde geçirmek içindi. Arabalarımız tutulmuş ve hazırlığımız yapılmıştı. Binaenaleyh o günkü idare bizim seyahat hürriyetimizi ihlal ederek bizi Ankara’ya sokmadılar. Bu suretle çok sevdikleri demokrasi ve dillerinden düşürmedikleri laiklik mefhumunu, bir defa daha çirkin suratlarıyla ortaya koymuşlardır. Televizyon mülakatındaki ifadelerimizde biraz sertlik varsa, o da maruz kaldığımız bu haksız ve kanunsuz muameleden dolayı bir tepki mahiyetindedir.
  3. Cemaleddin Hocaya taraftarlık meselesinde, televizyon sözümüzün önünü ve arkasını keserek tahrifatta bulunmuştur. Televizyon ekibi Aczmendî Dergahında iki saat süren bir film çekimi yaptılar. Bu filmi kırpa kırpa on dakikaya düşürmüşler. Eğer mahkemeniz filmin tam­amını dinlemek imkânı bulsa sözlerimizin sert ve rijit olmadığı, izahlı ve yumuşak olduğu görülecektir. Evet bir insanın bir aylık hayatı boyunca lavaboya tükürme hadisesini filme alıp bunu bir saate sıkıştırıp gösterseler, o adamın bir ayda mütemadiyen tükürdüğü zannedilir. Bi­zim televizyoncular da öyle etmişler. Yüz yirmi dakikada söylenenleri on dakikaya sıkıştırınca ortaya sadece bağırmalar kalmış. Onun için bu yayına bakarak konuşmalarımızın mahiyeti hakkında hüküm vermek asla mümkün değildir.
  4. Kıyafet anlayışımız suç telakki edilmiş. Evet, anlayış suç telakki ediliyor. Bir insanın vatanım dediği, her türlü vatandaşlık vazifesini yerine getirdiği ve doğup büyüdüğü ken­di öz vatanında beş metre kumaş alıp terziye götürüp bunu “Şöyle şöyle dik giyeceğim.” demek hürriyetine sahip değilse o vatanda yaşayan haysiyetli insanlara iki yoldan başka bir yol kal­maz. Ya hürriyeti uğrunda ölmek veya kahrın pençesinde zindanlarda çürümektir. Bu nasıl bir hürriyet anlayışıdır ki, Altmış milyon insan devletin icbar ettiği bir şeklin dışında elbise yaptırmak ve giyinmek hürriyetine sahip değildir. Bu tahakküm vicdanlara öyle bir tahakkümdür ki, tarih bunun emsalini asla tespit edeme­miştir. Eğer böyle bir kanun varsa, memurların keyfi tasarruflarından kaynaklanmıyorsa, böyle bir kanun olsa olsa Avrupa’nın ve Amerika’nın bu İslâm milletini, devlete boğdurmak için dikte ettirdiği bir kanun olabilir. Kaldı ki; bizler, televizyonda da söylediğim gibi bu kıyafeti Sünnet-i Seniyye’ye uymak için giyiyoruz. Bizce en büyük maksat ömür dakikalarımız Allah ve Resulünün (a.s.m) razı olduğu bir hal üzere geçirmektir. Sünnet-i Seniyye’ye uymakla ömür dakikaları seneler hükmünde manevi meyveler verir. Biz bu büyük ka­zancın peşindeyiz. Bizim hedefimizde Allah’ın rızası ve ahiretimizin kur­tarılması hakikati vardır. Bize kanun adı kullanılarak yani kanun namına baskı yapılmakla bizi bu ibadet halimizden vazgeçiremezler. Televizyonda dediğim budur. Böyle cebbarane bir kanun var mı yok mu onu bilmiyorum, ama olsa da bir şey değişmez. Zira hiçbir kanun insanların ibadet hürriyetini kısıtlamak ve onların uhrevî hayat yolundaki vicdanî inanışlarına tahakküm etmek için kullanılmaz. Olsa olsa siyasete ait hususi maksatlar içindir. Bizim de siyasetle alakamız yoktur.

Netice-i Kelâm: Dokuz seneden beri içtimaiyatı terk etmiş ibadet ve taatla meşgul, em­niyet ve asayişe en ufak bir zararı dokunmamış, bil’akis yüzlerce, binlerce insanın kötü yollar­dan kurtulmasına izn-i İlâhî ile vasıta olmuş bir insanın inzivahanesinden celb edilip ağır ceza mahkemesinde bir mücrim gibi taht-ı muhakemeye alınması her halde adliyenin alnından ko­lay kolay silinecek bir leke değildir. Sizden beraat taleb etmiyorum. Bir suç olmadığı ortada.

Nasıl bir karar verirseniz verin, bu zulme maruz kaldığımızın vesikası olacaktır. Adliyeyi ve mahkemeyi bu kara lekeden kur­tarmak için men-i muhakeme kararı vermenizi talep ediyorum.

Son sözüm: Hasbunallahi veni’melvekil’dir.

Müslim Gündüz  1993

Yorum bırakın

Scroll to Top