Üç Kal’a-i İslamiye - Birinci Bölüm

- Abdulalim Osmanoğlu
- 08 Şubat 2016
* Şeair-i İslam: İslamî işaretler, İslam’a ait kaideler manalarına gelmektedir. İslamî kıyafetler, Allah’ın zikr ve hamd edildiği Cami, Mescid, Tekke, Zaviye ve Dergahlar, Kur’an hurufatı ile okumak ve yazmak, Ezan-ı Muhammediye, Cenaze ve Cuma namazları kılmak ve Mezar taşları “Şeair-i İslamiye” dir. Bütün Müslümanlarla alakalı meseleler ve alametler, umumun hissedar olduğu işlerdir…
« En mühim tarikat olan velayet-i kübra … »
[Fihrist Risalesi 5.Mektub]
Evvelki “Zahirden Hakikata Geçmek” başlıklı yazılarımızda bahsinde bulunduğumuz Şeair-i İslamiyenin ihyası ve hakikat mesleği mütalaamıza “Üç Kal’a-i İslamiye” başlığı altında ve meseleye başka bir cihetten bakarak devam edeceğiz inşaallah.
Hz.Üstadımız, Münazarat’ta şöyle emrediyor:
« Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. »
[Münazarat]
Peki bu bahar nedir, vakti ne zamandır? Bu ifadelerle, kendisinin o vakte yetişemeyeceğini zımnen iş’ar eden Hz.Üstadımız, o vakte yetişenler için acaba nasıl bir hareket programı çizmiş?
Kış şartları ile baharın şartları; ve elbette bu şartlara muhatab olan insanların mukabelelerinin birbirinden farklı olacağı ve olmak zorunda olduğu muhakkaktır.
Hz. Üstadımızın erkan talebeleri ile birlikte ektiği nur tohumlarının filizlenmesi, çiçek açması ne demektir, nasıl olacaktır; dalı, yaprağı, meyvesi, gübresi, bakımı nedir, nasıldır?
Fihriste
Gelecek Olan Zat Hayat ve Şeriat Meselelerini Esas Yapacak
İnsanın dem ve damarlarına kadar nüfuz ve sirayet eden kış şartlarının çetinliğinden ve dehşetinden mütevellid “kış zamanına” kilitlenip kalmak ve baharda bizleri bekleyen mükellefiyetlere gözünü kapamak, baharın gelişinde üzerimize düşen vazifelerden gafil kalmak davaya sadakat midir?
Her ne kadar “mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır” nevinden hadiseler olsa da, gelen bahardır, bahar!
Bakalım Risale-i Nur bize ne dersler veriyor?!…
İlk dersimiz Kastamonu Lahikası’ndan:
«Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, her şeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakikî beklenilen ve bir asır sonra gelecek o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.
Hem üç mesele var: Biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en âzamı, iman meselesidir.
Fakat, şimdiki umumun nazarında ve hal-i âlem ilcaatında en mühim mesele hayat ve şeriat göründüğünden, o zât şimdi olsa da, üç meseleyi birden umum rû-yi zeminde vaziyetlerini değiştirmek, nev-i beşerdeki câri olan âdetullaha muvafık gelmediğinden, herhalde en âzam meseleyi esas yapıp, öteki meseleleri esas yapmayacak; tâ ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksatlara âlet olmadığı tahakkuk etsin.
Hem, yirmi seneden beri tahribkârâne eşedd-i zulüm altında o derece ahlâk bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki, ondan, belki de yirmiden birisine itimat edilmez. Bu acip hâlâta karşı çok fevkalâde sebat ve metanet ve sadakat ve hamiyet-i İslâmiye lâzımdır; yoksa akîm kalır, zarar verir.
Demek en hâlis ve en selâmetli ve en mühim ve en muvaffakiyetli hizmet Risale-i Nur şakirtlerinin daireleri içindeki kudsî hizmettir. Her neyse… Bu mesele şimdilik bu kadar yeter.»
[Kastamonu Lahikası]

Evet, Risale-i Nur’un bir talebesi olan, hakiki beklenilen ve Hz. Üstadın zamanından bir asır sonra gelecek zat, eğer Hz. Üstad gibi 1925-1960 arasında gelse idi, herhalde en azam mesele olan iman meselesini esas yapıp hayat ve şeriat meselelerini esas yapmayacak; siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecekti.
Tamam… Bu manada müttefikiz!
İyi de, zaten o halde; o zat, “hakiki beklenilen ve bir asır sonra gelecek zat” olmayıp ünvanı Bediüzzaman olurdu! En mühim ve tek vazifesi “iman hizmeti” olurdu. Halbuki o zat, kendisi için yer hazırlayan ve kendisini müjdeleyen üstadı Hz. Bediüzzaman’dan bir asır sonra gelecektir!
Hoşa gitse de gitmese de; kabul edilse de edilmese de, Hz. Üstadımızın bahsettiği gibi, kendisinden bir asır sonra gelecek, hakiki beklenilen bir zat vardır; ve iman hizmeti, vazifelerinin arasında olsa da kendisi ve şakirdleri hayat ve şeriat meselelerini hareket tarzında esas yapacaktır. İsminin başında Bediüzzaman olmayıp Hilafet-i Muhammediye (a.s.m) ünvanıyla hareket edecektir.
Hz. Mehdi Risale-i Nur Programına Göre Hareket Edecektir
Emirdağ Lahikası ile devam ediyoruz:
« Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi var….. O vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlâhiyeden bekliyoruz ve O’nun üç büyük vazifesi olacak:
Birincisi: …. Felsefeyi ve maddiyyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır.
Ehl-i imanı dalâletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem her şeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdînin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onunla iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zât, o taifenin uzun tedkikatıyla yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onunla o birinci vazifeyi tam yapmış olacak….
Gerçi her asırda hidayet edici, bir nev’i mehdî ve müceddid geliyor ve gelmiş. Fakat her biri, üç vazifelerden birisini bir cihette yapması itibarıyla, âhirzamanın büyük Mehdî unvanını almamışlar. »
[Emirdağ Lahikası]
Maksadımız, talebesi olduğumuz Risale-i Nur’un, bizim için çizmiş olduğu ve tatbik etmekle mükellef olduğumuz harekat planımızı ve mesleğimizi anlamak ve tatbik etmektir!
Bu cihetten, o beklenen zatın kim olduğu veya nereden çıkacağından ziyade, bizim için mesleğimizin emrini anlayıp tatbik etmek daha muvafıktır.
Zira O zat dahi Risale-i Nur programına göre hareket edecektir. O zata talebe ve asker olabilmek, onunla beraber hareket edebilmek, Risale-i Nur’u anlayıp tatbik edebilmeye mütevakkıftır (bağlıdır).
Emirdağ Lahikası’ndan yaptığımız iktibasın delaletiyle; Ahirzamanın büyük mehdisi ünvanını alacak olan zat, mektubta geçen üç vazifeyi birden deruhte edecektir ki; Hz. Üstadımız da dahil olmak üzere, asr-ı saadetten sonra bugüne kadar hiçbir büyük zata nasib olmamıştır. Bu ancak o zata nasib olacak bir takdirdir.
Bununla birlikte, O zat-ı muhterem, mevcud iman hizmetinin içinden gelen bir Nur Talebesi olsa da kendisinden evvel, yani Hilafet-i Muhammediye cihetindeki saltanatı başlamadan evvel, sayıca az olan bir kısım talebelerin yapmış olduğu hizmet ile birinci, yani iman hizmeti vazifesini ifa etmiş olacaktır.
Hz. Mehdi’nin Doğrudan İfa Edeceği Hizmet Nedir?
Birinci vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette göreceğine; O zât, o taifenin uzun tedkikatıyla yazdıkları eseri kendine hazır bir Program yaparak, onunla o birinci vazifeyi tam yapmış olacağına göre; O zatın doğrudan ifa edeceği hizmet nedir ve onun hizmet devresi ne zaman başlayacaktır?
Emirdağ Lahikası’ndaki dersimize devam edelim:
« İkinci vazifesi: Hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) unvanıyla şeâir-i İslâmiyeyi ihya etmektir. »
[Emirdağ Lahikası]
Evet! İş yine şeair-i İslamiyeye geldi dayandı…
Hizmetimizin ikinci vazifesi ve hakikat mesleğinin icra ve tatbik sureti şeair-i İslamiyenin ihyasıdır.
Risale-i Nur’dan Hz. Mehdi Kokusu Geliyor
Pek zannetmek ile birlikte yine de bazılarının hatırına gelme ihtimaline binaen bir sual ve cevabına da temas edelim. Şöyle ki:
Sual: Bu lahikalarda Hz. Mehdinin vazifelerinden bahsediyor. Bizimle ne alakası var ki, buna binaen 50-60 senelik hizmet tarzımızı değiştirelim?
Cevabı Barla Lahikası’nda:
«… O ileride gelecek acip şahsın bir hizmetkârı ve ona yer hazır edecek bir dümdârı ve o büyük kumandanın pîşdâr bir neferi olduğumu zannediyorum. Ve ondandır ki, sen de yazılan şeylerden o acip kokusunu aldın.»
[Emirdağ Lahikası]
Yani Risale-i Nurdan Hz. Mehdi’nin kokusu geliyor.
O zat Risale-i Nur’un en mühim bir sebeb-i vücudu ve meyvesidir. İnşaallah yakında kendisi de zuhur eder, yani vazifesine başlar.
Ondan evvel bir taifenin bir cihette göreceği iman hizmetinin neticesi olarak, O zât, o taifenin uzun tedkikatıyla yazdıkları eseri kendine hazır bir program yaparak, kendisi şeair-i İslamiyenin ihyası vazifesiyle hizmetine başlayacaktır.
Peki Hz. Üstadımız, Kastamonu’da iken “bir asır sonra” dediğine göre, bu devre 2040 senelerine doğru mu tahakkuk edecektir? Acaba Risale-i Nur’da buna dair bir işaret var mı?
Evet var!
Evvela 18. Lem’a’ya bakalım:
«…Meşhur olan karn kırk sene değil o zaman istilahınca ağleb-i ömür olan altmış seneden ibarettir. Çünkü bir devir altmış senede değişir.»
[Lem’alar, 18. Lem’a]
Şimdi de 1936’da telif edilip 1938’de tebyiz edilen Birinci Şua’ya bakalım:
« Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli lâm’lar ve م ikişer sayılsa, bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zâtlar ise, Hazret-i Mehdînin şakirtleri olabilir. Her ne ise… Bu nurlu âyetin çok nuranî nükteleri var. »
[Şualar, 1. Şua]
Evet, eğer şeddeli lamlar ve şeddeli mim ikişer sayılsa, 1940’lara yakın senelerde, “bir asır sonra” dediği tarih, rumi 1414 (Hz. Üstadımız, Birinci Şua’nın 28.ayet serlevhalı kısmında, bir-iki cümlesini iktibas ettiğimiz izahlarda rumi tarihleri esas almış) tarihini gösterir ki; aynen o tarihlerde Allah’ın (c.c) nurunu üflemekle söndürmeye çalışan zındıka komitelerine karşı, şeair-i İslamiyenin ihyası ile mukabeleye çalışanların, Hazret-i Mehdinin şakirtleri olabileceğini bize ders veriyor.
Sureti başka gözükse de, “28 Şubat süreci” denen ve aslında 28 Aralık’ta başlayan o hadiselerin acib bir durumu var ki, umum dünya ittifakla, o hadiselerin müsebbibi olarak, sayıca az olan Risale-i Nurun o şakirtlerini görüyor ve gösteriyorlar…
Bütün bu izahlara ilaveten anladığımız bir mana daha var ki, o da şudur:
Hz. Üstadsız geçen senelerin altmışıncısı 2019 senesinde hitama eriyor. Hz. Mehdinin vazifelerinin birincisi izah edilirken, izahat şu cümlelerle bitiriliyor:
Sayıları Az Olan Bir Kısım Şakirtler
« Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevî ordusu, yalnız ihlâs ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirtlerdir. Ne kadar da az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar. »
[Emirdağ Lâhikası-I, 205. Mektup]
“Şakirt” kelimesi, Risale-i Nur camiasında iştihar etmiş ve ziyadesiyle kullanılan bir kelimedir. Başka cemaat ve cemiyetlerde kullanıldığını pek duymadım. Demek Hz. Mehdinin öncüsü hükmünde olan hizmet ve hareketin ferdleri, Risale-i Nur camiası içerisinde, sayıları gayet az bir cemaat olacaktır ki, “bir kısım şakirtlerdir” ifadeleri kullanılıyor.
İkinci vazifenin izahı yapılırken de « bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hâdimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lâzımdır » deniliyor.
Yani birincisinde “bir kısım şakirtlerdir, ne kadar da az da olsalar” ifadeleri, ikincisinde ise, “milyonlarla efradı bulunan ordular” ifadeleri kullanılıyor. Demek Nur camiası içinde, bidayette ancak bir kısım şakirtler bu lütfa mazhar olacaklar ve her zaman sayıları az olacak.
Sonrasında ise, inşaallah şu anda efradı milyonları bulan Nur camiası şeair-i İslamiyenin ihyasında Hz. Mehdiye can-ı gönülden iştirak edeceklerdir ümidini veriyor.
Zararın neresinden dönülürse kârdır. Rabbim “yüz şehidin ecri” müjdesinden hissemizi ziyade, sonumuzu hayreylesin. Fakat büyük bir müjdenin ilklerinden, öncülerinden olma ihtimali varken, olmayana acınmaz mı?
Ey davasında hürriyetine kavuşanların ilklerinden olanlar! Şükr-ü mucib bu lütfu kaybetmemek için birbirimize dua edelim…
Nazarımda Tarikat (Allah’a vasıl eden yolların umumu), hayatın her bir anına ve her bir meselesine nüfuz eden bir düsturlar manzumesidir. Her biri bulunduğu, icra ve tatbik edildiği zaman ve zeminlerde muhataplarına bir hayat tarzı telkin ederek taliplerini irşad etmeye gayret sarf etmişlerdir.
Mektubat-ı Rabbani ve Risale-i Nur’dan gördüğümüz ve anladığımız üzere de, tarikatta üç seviyeli bir eğitim, terbiye ve irşad metodu vardır. Her ne kadar her bir tarikatın kendi içinde farklı farklı kademeleri (hatveleri) ve o kademelere ait şartları varsa da, seviye diyebileceğimiz gruplandırma itibarıyla üç türlü irşad ilmi vardır.
Birincisi tasavvuf ilmidir ki; bin küsur senelik tatbikatın bir neticesi olarak “tarikat” kelimesi ile özdeşleşmiş, tarikat ve tasavvuf birbiri yerine kullanılır olmuştur. Bu merhaleyi geçen zevat-ı muhteremler, hakikat ilmi ile terbiyelerine devam ederler. Risale-i Nur’daki bir sualde de “tarikatlar hakikatlerin yollarıdır” ibareleri ile bu manayı te’yid eder.
Fakat bu Ahirzamanın hususiyetleri itibarıyla, nasıl ki, cehrî tarikatların tatbikatındaki müşkilattan sonra zamanın şartlarına binaen ve nisbeten tatbiki daha suhuletli olan tarik-ı Nakşî lutf edildiyse, aynen öyle de, şu zamanda da bir lutf-u İlahi olarak, müntesiblerini doğrudan hakikat ilmiyle terbiye ve irşad eden bir meslek ihsan edilmiştir. Fakat bu dahi nihaî bir netice değildir.
Bu hakikat merhalesini de geçen müntesiblerin irşadı ise “Şeriat” ilmi ile devam eder.
Nitekim Telvihat-ı Tis’a Risalesi’nde Hz. Üstadımız şöyle emrediyor:
« Tarikatin ve hakikatin en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri hükmüne geçer; yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, şeriatın muhkemâtıdır. Yani, hakaik-ı şeriata yetişmek için, tarikat ve hakikat meslekleri, vesile ve hâdim ve basamaklar hükmündedir… Şeriatin, umum tabakata bakacak merâtibi var.»
[Telvihat-ı Tis’a Risalesi]
İşte, kendi içinde de nihayetsiz meratibi olan tarikatın bu nihaî merhalesi velayet-i kübra olarak tesmiye edilir.
Yani velayet-i kübra dahi bir tarikattır. Fihrist Risalesi’nde geçen «en mühim tarikat olan velayet-i kübra» ibaresi bu manayı talim ve te’kid etmektedir.
Nasib olursa sonraki yazılarımızda devam ederiz inşaallah. Fiemanillah…