Zahirden Hakikate Geçmek - Üçüncü Bölüm

Şeair-i İslamiye tahkikatımıza devam ediyoruz. Bu yazıdaki tahkikatımız Risale-i Nur’un hakikat mesleği hakkındadır. Gerek Hz.Üstad’ımızın vazifedarlığını, gerekse şeair-i İslamiye ve hizmet-i Kur’aniye meselelerini bu nokta-i nazardan değerlendiriyor ve hakikat mesleğini tedkik etmeye çalışıyoruz. 

Evvelki yazımızda gördük ki, süfyaniyet infilak ve inkilabı ile Hz.Bediüzzaman’a tevdi edilen “süfyanın rejim-i bid’akaranesini dağıtmak ve tahribatını tadil etmek” vazifesinde istimal edeceği silah şeair-i İslamiye olacaktır.

Zahirden Hakikate Gecmek 1. Bolum 1280x720 1

Hacı Müslim Efendi’nin “Risale-i Nur’un Büyük Sırrı 5.Mektub” ser-levhalı tahkikatında da aşikar bir surette görüldüğü gibi, hususan ikinci hizmet devresinin ve hakikat mesleğinin esası, mu’cizevi manevi kılınç hükmünde olan şeair-i İslamiyedir. Yani, şeair-i İslamiyenin ihyası, hem ikinci hizmet devresinin hizmet tarzıdır hem de hakikat mesleğinin esası, tarifi ve izahıdır. Risale-i Nur’daki diğer bir tabir ile “ferâiz-i diniyeye ve sünnet-i seniyyeye tarikat perdesi altında hizmettir”.

Evet, Birinci Harb-i Umumî ve akabinde devam eden hadisat, yani büyük infilak ve inkilaplar ile Kur’an’ın etrafındaki surlar kırıldı. Kur’an, çelik zırhı hükmündeki i’cazı ile kendi kendini müdafaaya başladı. Ve Hz.Üstad’ımız da bu i’cazın izharında vazifelendirildi. Lemeat eserinde, Kur’an’ın kendi kendini müdafaası hakkındaki kısımda da, bu müdafaanın esaslarını şeair-i İslamiye olarak tayin ve tesbit etti.

Bu kadar mı?! Yani Risale-i Nur’un başka yerlerinde de bu meseleden bahsediliyor mu?

Nazarımda, “hakaik-ı imaniye ve islamiyeye Risale-i Nur ile hizmet etmeyi hayatının gayesi addetmiş olanlar” için, bu kadarı bile kafi gelse de, elbette bundan ibaret değil! Bakalım daha neler var…

Hz.Bediüzzaman (ra) müdafaanın esaslarını şeair-i İslamiye olarak tesbit ettikten sonra “laakal her onbeş günde bir defa okunmalı” dediği ve mesleğimizin esası, hatta meslek olarak diğer bir ismi olan fenafilihvanı ders verdiği İhlas Risalesi’nde “en kısa bir tarik-ı hakikat ihlastır” demiş ve ihlası kazanmak için, yani o tarikata girmek için vermiş olduğu düsturların birincisinde, “amelinizde rıza-i İlahi olmalı” emretmiş. 

Bu emri takip eden cümlelerde ise, bu emre imtisal edenlerin ne gibi sıkıntı ve hücumlara maruz kalacağını ve binnetice, tarihte sahabelerin (r.anhüm) ve büyük bildiğimiz kamillerin iman ettikten veya tarikata intisab etmeden evvel ve ettikten sonraki nefis ve enaniyetlerinin kırılması için maruz kaldıkları sıkıntı ve imtihanlar misillü; mesleğimizdeki terbiye metodunu izah etmiş. Öyle bir terbiye metodu ki, Allah (cc) yolunda öldürülenler şehid oluyor, fakat bu terbiye metodunda hareket edenler ise,

من تمسك بسنتى عند فساد امتى فله اجر مائةشهيد

hadis-i şerifine müsteniden, ahirzamanın hususiyetleri itibarıyla yüz şehidin ecrine nail oluyor. Evet öyle bir terbiye ki, bid’aların istila ettiği bir cemiyette, en yakınları başta olmak üzere, cemiyetin — tamamı denebilecek nisbette — ekseriyetinin kınamasını sineye çekerek, O sevgilinin (asm) yolunda alâ-tâkâti’l-imkan bulunma arzusundan gelen bir gayretle, şeairin ihyasında berdevam olmak. 

Elbette her ferd her daim aynı neticeyi elde edemese de, ittiba ve imtisal eden bu sırdan hissesiz kalmaz. Yol kısa ve neticesi yüksek, fakat o nisbette de çetin! Kastamonu Lahikası’nda emredildiği gibi, Risale-i Nur, kendi sadık ve sebatkar şakirtlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şakirtlerden tam ve halis bir sadakat ve daimi ve sarsılmaz bir sebat ister.

Bitti mi?! Hayır!

Mesnevi-i Nuriye’nin Onuncu Risalesi’nde « Ehl-i sülûk, tarîk-i hafâda letâif-i aşere üzerine, tarîk-i cehride nüfus-u seb’a üzerine sülûk etmişlerdir. Bu fakir, âciz ise dört hatveden ibâret, hem kısa, hem sehl bir tarîkı, Kur’ân’ın feyzinden istifade etmiştir» ifadeleri ile yeni bir tarikat kurduğunu i’lam eden Hz.Üstad’ımız (ra), 26.Sözün Zeyli’nde, bu i’lamını te’yid ve te’kid ederken bu tarikatın evradını ise şu ifadelerle tesbit etmiştir:

« Şu kısa tarikın evrâdı, ittibâ-ı sünnettir; ferâizi işlemek, kebâiri terk etmektir. Ve bilhassa, namazı tâdil-i erkânla kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır

Görüldüğü gibi, Birinci Düsturumuza mukabil gelen evradımızın birincisi, aynı zamanda Birinci Düstur’da verilen emrin ne manaya geldiğini ve tatbikinin ne surette olacağını aleme ilan, talebelerine i’lam edip ders vermektedir.

Emirdağ Lahikaları ve Kastamonu Lahikası’nda şöyle bir dersimiz var:

« Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın altı aylık hilâfetiyle beraber Risale-i Nur’un Cevşenü’l-Kebîrden ve Celcelûtiyeden aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilâfetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-i imaniye noktasında Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünkü, adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mes’ud edebilir bir istidatta bulunan, Risale-i Nur’dur ve onun şahs-ı mânevîsi, Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın bir muavini, bir mütemmimi, bir mânevî veledi hükmündedir…..

Risale-i Nur’un hakikî şakirtleri, neşriyat-ı diniyelerinde ve ittibâ-ı sünnetteki ibadetlerinde ve içtinab-ı kebâirdeki takvâlarında, Kur’ân hesabına vazifedar sayılırlar

Ey istişarelerin müdavimi olan ve o istişarelerin en tepesinde oturan ağabeylerim! Madem zannınızca Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini cemaatlerinizle birlikte sizler oluşturuyorsunuz ve madem Risale-i Nur şahs-ı manevisinin hilafetten bir hissesi ve vazifesi var; öyleyse Mesnevi-i Nuriye’de verilen şu dersten sizin hissenize düşen nedir acaba (?!) :

« Âlem-i İslâm’ı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız. Lâkin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, Şeair-i İslâmiyeyi iltizam ile olur. Zira, Müslümanlar İslâmiyet hesabına sizi severler…

Eğer Şeair-i İslâmiyeyi bizzât imtisal etmek ve ettirmekle mana-yı hilafeti dahi vekaleten deruhde etmezse, hayat için dört şeye muhtaç fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan bu milletin hacat-ı diniyesini Meclis (Risale-i Nur şahs-ı manevisini teşkil eden nurcular) tatmin etmezse, bilmecburiye mana-yı hilafeti, tamamen kabul ettiğiniz isme ve lafza verecek. O manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek. 

Hâlbuki meclis elinde bulunmayan ve meclis tarîkıyla olmayan böyle bir kuvvet, inşikak-ı asâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asâ ise, جَمِيعًا اللهِ بِحَبْلِ وَاعْتَصِمُوا âyetine zıddır. Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir.

Halife-i şahsî, ancak ona istinad ile vezaifi deruhde edebilir. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin, iyiliği de fenalığı da mahduddur. Cemaatin ise gayr-ı mahduddur. Harice karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki ebedî düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâmın şeairini tahrib ediyorlar. Öyle ise zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün, za’f-ı milliyeti gösterir. Za’f ise düşmanı tevkif etmez, teşci’ eder

Evet, sizler de bir şahs-ı manevi teşkil etmişsiniz. Fakat o şahs-ı maneviniz Risale-i Nur’un şahs-ı manevisi olmamış ve olamaz! Zira sakim anlayış ve tatbikatınızla ve zaruri vazifenizde gösterdiğiniz zafiyet ile öyle bir cemaat oluşturdunuz ve talebeler yetiştirdiniz ki, mesela onlardan birisi, Hz.Üstad’ın Fatih Camii’nde çekilmiş fotoğrafının altında Risale-i Nur standında Risale-i Nur eserleri satarken, kitaplara bakan ve inceleyen bir Aczmendi’ye “bu kılık-kıyafeti de nereden çıkardınız” diyerek, babası yaşında bir müslümana küstahça davranabiliyor; ve yine sizin yetiştirdiklerinizden bir kısmı, kemalizme karşı gösteremediği cesareti, Hz.Üstad’ımızın erkan olarak tesmiye ederek, kendinden sonra hayru’l-halef olarak bıraktığı talebelerine karşı fütursuzca gösteriyor.

Ve yine onların bir kısmı öyle bir hamakat ve cehalet içinde ki, -haşa- “Hulusi Efendi’ye (ks), hapiste(!) yazı rahlelerini tekmeletiyor.” Böylece Risale-i Nur’a vukufiyet derecesini (derekesini) umum aleme ilan ederek, Hz.Üstad’ımızın kalemi ve lisanı ile izin ve icazet verdiği varislerini daire dışına atarak kendi ağabeylerine karşı ta’zimde bulunuyor. Tabi, nur cemaatlarının sayısı, bu ta’zimin ne kadar devam ettiğinin ve edebileceğinin de bir levhası.

Evet ağabeylerim! Bu manzara ile ne kadar iftihar etseniz azdır! Bu elim ve feci netice, cehenneme yuvarlanan rejim müessislerinin değil, “nurcu ağabey” sıfatını taşıyan zevat-ı şahanelerinizin eseridir! Sahi! Siz kime hizmet ediyorsunuz?! (Verdiğim bu iki misal, bizzat yaşadığımız hadiselerdendir.)

Neyse! Hicri 13. asrın meb’usu olan Hz.Bediüzzaman (ra), kendisine tevdi edilen vazifesini icra ederken, hareket tarzını beyan eden eserlerinde, takib ettiği meslek hakkında “sahabe mesleğinin bir cilvesidir; huzur mesleğidir; cadde-i kübradır” ifadelerini kullanmaktadır. Bakalım bu tabirlerin, tedkik etmeye çalıştığımız şeair-i İslamiye ile münasebeti var mıdır, nasıldır? İşte dersimiz Telvihat-ı Tis’a Altıncı Telvih’ten:

« Velâyet yolları içinde en güzeli, en müstakimi, en parlağı, en zengini, Sünnet-i Seniyyeye ittibâdır. Yani, a’mâl ve harekâtında Sünnet-i Seniyyeyi düşünüp ona tâbi olmak ve taklit etmek ve muamelât ve ef’âlinde ahkâm-ı şer’iyeyi düşünüp rehber ittihaz etmektir. ( Yani “amelinizde rıza-i İlahi olmalı” ve “şu kısa tarîkın evradı ittiba-ı sünnettir“.)

İşte bu ittibâ ve iktida vasıtasıyla, âdi ahvâli ve örfî muameleleri ve fıtrî hareketleri ibadet şekline girmekle beraber, herbir ameli, sünneti ve şer’i o ittibâ noktasında düşündürmekle, bir tahattur-u hükm-ü şer’î veriyor. O tahattur ise, Sahib-i Şeriati düşündürüyor. O düşünmek ise, Cenâb-ı Hakkı hatıra getiriyor. O hatıra, bir nevi huzur veriyor. O halde, mütemadiyen ömür dakikaları huzur içinde bir ibadet hükmüne getirilebilir. (Huzur mesleği ve rabıtası)

İşte bu cadde-i kübrâ, velâyet-i kübrâ olan ehl-i veraset-i nübüvvet olan Sahabe ve Selef-i Sâlihînin caddesidir. (Risale-i Nur, cadde-i kübradır ve sahabe mesleğinin bir cilvesidir.)»

Aynı dersimize bir de 11.Lem’a’dan bakalım:

« … Doğrudan doğruya Sünnete ittibâ etmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı hatıra getiriyor. (Huzur ve rabıta) O ihtardan, o hâtıra, bir huzur-u İlâhi hâtırasına inkılab eder. Hattâ en küçük bir muamelede, hattâ yemek, içmek ve yatmak âdâbında (siyer-i Nebiyi bilmeyen, kulaktan dolma malumatlar ile neye, ne kadar ittiba edebilir?) sünnet-i seniyyeyi mürâât ettiği dakikada, o âdi muamele ve o fıtrî amel, sevaplı bir ibadet ve şer’î bir hareket oluyor. Çünkü o âdi hareketiyle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma ittibâını düşünüyor ve şeriatın bir edebi olduğunu tasavvur eder. Ve şeriat sahibi o olduğu hatırına gelir. Ve ondan, Şâri-i Hakikî olan Cenâb-ı Hakk’a kalbi müteveccih olur. Bir nevi huzur ve ibadet kazanır. (Risale-i Nur huzur mesleğidir. Şu kısa tarîkın evradı ittiba-ı sünnettir.)

İşte, bu sırra binaen, sünnet-i seniyyeye ittibâı kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevabdar yapabilir.

İKİNCİ NÜKTE

İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî (r.a.) demiş ki: “Ben seyr-i ruhanîde kat-ı merâtip ederken, tabakat-ı evliyâ içinde en parlak, en haşmetli, en letâfetli, en emniyetli, sünnet-i seniyyeye ittibâı esas-ı tarikat ittihaz edenleri gördüm. (Şu kısa tarîkın evradı ittiba-ı sünnettir.) Hattâ o tabakanın âmi evliyaları, sair tabakâtın has velîlerinden daha muhteşem görünüyordu.”

Evet, Müceddid-i Elf-i Sâni İmam-ı Rabbânî (r.a.) hak söylüyor. Sünnet-i Seniyyeyi esas tutan, Habibullahın zılli altında makam-ı mahbubiyete mazhardır. (Cadde-i kübra; velayet-i kübra feyizleri)

ÜÇÜNCÜ NÜKTE

Bu fakir Said, Eski Said’den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin gururundan gayet müthiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh Süreyya’dan serâya, kâh serâdan Süreyya’ya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyorlardı.
İşte, o zaman müşahede ettim ki, Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. Hem o seyahat-i ruhiyede, çok tazyikat altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, sünnet-i seniyyenin o vaziyete temas eden meselelerine ittibâ ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani, “acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır” (amelinizde rıza-i İlahi olmalı) diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum. İşte o zamanlarımda İmam-ı Rabbânînin hükmünü bilmüşahede tasdik ettim.

Sünnet-i Seniyyenin merâtibi var. Bir kısmı vâciptir, terk edilmez. O kısım, Şeriat-ı Garrâda tafsilâtıyla beyan edilmiş. Onlar muhkemattır, hiçbir cihette tebeddül etmez. Bir kısmı da nevâfil nevindendir. Nevâfil kısmı da iki kısımdır:

Bir kısmı, ibadete tâbi Sünnet-i Seniyye kısımlarıdır. Onlar dahi şeriat kitaplarında beyan edilmiş; onların tağyiri bid’attır. Diğer kısmı, “âdâb” tabir ediliyor ki, Siyer-i Seniyye kitaplarında zikredilmiş. Onlara muhalefete bid’a denilmez; fakat âdâb-ı Nebevîye bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakikî edepten istifade etmemektir. Bu kısım ise, örf ve âdât, muamelât-ı fıtriyede Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tevatürle malûm olan harekâtına ittibâ etmektir. Meselâ, söylemek âdâbını gösteren ve yemek ve içmek ve yatmak gibi hâlâtın âdâbının düsturlarını beyan eden ve muaşerete taallûk eden çok sünnet-i seniyyeler var. Bu nevi sünnetlere “âdâb” tabir edilir. Fakat o âdâba ittibâ eden, âdâtını ibadete çevirir. O âdâbdan mühim bir feyiz alır. En küçük bir âdâbın mürââtı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı tahattur ettiriyor, kalbe bir nur veriyor.

Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taallûk eden sünnetlerdir. Şeâir, adeta hukuk-u umumiye nev’inden, cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur. Bu nevi şeâire riyâ giremez ve ilân edilir. Nafile nev’inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.»

İnşaallah yazımıza devam edeceğiz. Fakat bu yazımızı, cevabını bu yazıyı okuyanların kendi iç muhasebelerine havale edeceğim aynı manaya gelen birkaç sual ile bitirmek istiyorum:

Bu bahsinde bulunduğumuz ittiba-ı sünnet ve hususan şeair-i İslamiye, dinleyenleri göz yaşlarına boğacak kadar tesirli bir vaaz ile sünnet-i seniyyenin güzelliğini anlatmak mıdır, yoksa hayat mıdır? İlim midir, amel midir? İttiba-ı sünnet ve şeair-i İslamiye, satırlar arasında kalması gereken bir mesele midir; yoksa hususan nurcular için, hayata intikal etmesi gereken bir mükellefiyet midir? Ve eğer cevabınız mükellefiyet ise, bunu nasıl icra ve tatbik ediyorsunuz?

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Alışveriş Sepeti
Scroll to Top