Harikulade Hallere Şahit Olmuştuk
(Erdal Yüksel)
Medrese-i Yusufiye yılarımızda fevkalade bir kısmı hallere mazhar olduk. Mesleğimiz ihlası tahsil olması hasebiyle, görülen fevkalade bu haller kerametten ziyade ikram-ı ilahiydi. Yani umulmadık anda, ihtiyaca binaen, ihtiyarımız haricinde, iltimas-ı ilahi ile Rabbimizin bir yardımıydı ki fahr ve gurura sevk etmiyor, bilakis imanımızı tekmil ve hizmete teşci ediyordu.
Eskişehir Cezaevinde B-Blokta kalıyorduk. Bir sabah namazından sonra büyük sayıda asker ve gardiyanla koğuşlarımıza baskın yapıldı. Hepimizi havalandırma avlusunda topladılar. Direnmeden itaat etmemizi söylediler. Bizleri teker teker hücrelere ya da ikişer üçer olarak muhtelif koğuşlara yerleştirip, akabinde farklı cezaevlerine göndereceklerdi. Böylelikle direncimizi kırıp Ankara’dan gelecek emirleri üzerimizde rahatlıkla tatbik edeceklerdi.
Bizler avluda “Askere karşı asla fiili müdahalede bulunmayacağız, fakat gitmemek için de direneceğiz.” deyip, zikre başladık. Üzerimize su sıkıp, jopla müdahale ettiler. Zikir halkasından kopardıklarını alıp götürdüler. Sıra bana geldi. Saçımdan, kollarımdan tutup beni halkadan kopardılar.
Geçtiğimiz koridorlarda insana vurmaktan kana bulanmış kalın coplu askerler iki taraflı olacak şekilde etten duvar örmüşlerdi. Ben içimden dedim: “Bunların hepsi birer kere vursa bu koridorun sonuna sağ çıkamam.” Fakat asker bir fiske bile vurmadı. Askerlerin bölgesinden çıktık ve gardiyanların bölgesine girdik. Gardiyanlar da iki taraflı koridor oluşturmuşlardı. Fakat burada durum farklıydı. Her bir gardiyanın elinde; sopa, zincir, her türlü ağır darbe vermeye müsait nesneler vardı. Benim önümden Malatyalı Abdurrahim Çağan gidiyordu. Her önünden geçtiği gardiyan bütün gücüyle ona vuruyordu.
Kendi kendime dedim; “Herhalde bunlar bizi öldürecek.” Önümde giden Abdurrahim’e sopa, zincir, cop, kepçe vuran o insan müsveddesi gardiyanlar, bana bir fiske bile vurmadılar. Allah Allah! Çok şaşırmıştım. Bana niye vurmuyorlardı ki? Olayın heyecanıyla hissetmemiş olsam, sonradan o vahşi darpların acısı mutlaka çıkardı. Fakat sonradan da çıkmadı. Bizleri sırayla hücrelere attılar. Abdurrahim’i benim hücrenin sağına, Maraşlı Selim Ağabeyi solumdaki hücreye koydular.
Bir vakit sonra mazgaldan birbirimizle konuşurken, ben Abdurrahim’e “Kardeş sana çok kötü vurdular. Yaran, kırığın, ağrın, sızın var mı?” Abdurrahim: “Yok, bana kimse vurmadı, gayet iyiyim.” Allah Allah! Ben mi yanlış gördüm dedim. Sonra Selim ağabey bana sordu: “Erdal, gelirken sana çok vurdular. Bir şeyin var mı?” “Yok bir şeyim” dedim. Anlamıştım. Vurulan darbelere dairenin sahipleri manevi kalkan olmuştu.
Gözlerim dolarak şükredip; böyle kutsi bir davanın en önemsiz neferi olan bana sahip çıkılmasına hamdedip, şükrüme dahi şükredip secdeye kapanıp, gözyaşlarımla secdemi ıslatmaktan başka ne yapılabilirdim ki?
***
Eskişehir’de bizi üç gruba ayırıp, benim de içinde bulunduğum grubu Konya’ya sevk etmişlerdi. Konya Cezaevinde, çatı katından bozma büyük bir koğuşta kalıyorduk. Eskişehir’e göre durumumuz daha iyiydi. Nede olsa Mevlâna şehrinde, Mevlâna Hazretlerinin misafiriydik. Bunu laf olsun diye söylemiyorum. Mevlâna Hazretlerinin misafiri olduğumuz aynıyla hakikattir. Bunu cezaevindeki kardeşlerin hepsi bilir fakat anlatılmaz.
Neyse.. İlerleyen günlerin birinde, akşam üzeri bana bir sıkıntı çöktü ki anlatamam. Öyle sıkıldığım neredeyse vaki değil. Hiçbir sebep yok. Akşam namazı kılındı, yemeğe geçildi. Ben kimseyle konuşamıyorum, hatta yemeği bile doğru dürüst yiyemedim. Bir sıkıntı benim iştahımı kesiyorsa şiddetlidir.
Yatsı namazı kılındı, zikir başladı. Ben ve Yasin kardeş dönüşümlü ilahi söylüyor, elbane çalıyorduk. Sıkıntıdan parmaklarım kasılıyor ve elbane çalarken zorlanıyordum. Ağırlık daha da şiddetlendi. Ayakta duramadım. Oturdum. Kafam önüme düştü, uyku mu desem, yakaza mı desem bilemiyorum, çünkü elbane çalmaya devam ediyordum.
Birden gördüm ki; Peygamber Efendimiz (asm) zikir meclisinin ortasında oturmuş bize bakıyordu. Yüzü hafif tebessümlü. Gür siyah sakalları arasından yanaklarının beyazlığı çok belli. Dudakları ve gözleri tebessümüne eşlik ediyor. Ben bittim. Ben eridim. O bakışlardan vücuduma, ruhuma, yani ben olan her bir yanıma tatlı tatlı kurşunlar boşalıyordu. Ben uçmaya hazırdım. Ben ölmeye hazırdım. Ben koşup ayaklarına kapanmaya hazırdım. Fakat ne çelişkidir ki; o an hafiflememe rağmen yerimden kıpırdayamıyordum. Tam bu esnada birisi; çok güzel, ancak saraylarda benzeri bulunan kristal bardaklarla bizlerin şehadet kanlarını getirip Efendimize (asm) sundular.
Birdenbire Yasin ilahi söylemeyi bırakıp salavat getirmeye başladı. Bilenler bilirler, Yasin Konevi (kendi ikrarıyla da sabittir) o güne kadar zikirde ilahiyi bırakıp salavat getirmemişti. Sonra birden sıçrayarak kendime geldim. Bu anlattıklarım büyük filmin kısacık fragmanıdır. Bizim Kayserili Musab’ın yaşadıkları filmin esas kendisidir. Asıl ondan dinlemek lazım.
Allah, bize bulunduğumuz davanın azametini hissettirip, daha ziyade şevk ve gayret ile vazifemize sarılmayı nasip etsin… (Amin)
Erdal Yüksel