Siyah Çarşaf Meydan Muharebesi

(Bende-i Risale-i Nur)

Yıl 1998… 28 Şubat’a mâl edilen ama bir asırdır İslam’a ve şeairlerine yapılan saldırıların fiili olarak korkutma, sindirme ve yıldırmaya döndüğü yıllar.  

Aczmendi ile tanışıp çarşaf ve peçe giyeli iki yıl olmuş. Yaşadığım şehirde peçeyi ilk takmak lütfu bana nasip olmuştu Elhamdülillah. Müslümanlardan gelen tepkilerle mücadele etmekten direnç kazandığımız yıllardı. 

Bir gün evimin kapısı çalındı. Gelen hem dilsiz hem de sağır olan teyzemdi. Çocuğu kucağında yarı baygın bir halde ağlayarak karşımda duruyordu. Derdini anlatamadığı ve hastane uzak olduğu için bana gelmişti. Yakında bulunan özel bir kliniğe götürdüm. Doktor acilen hastaneye yatırılması gerektiğini söyledi.

Klinikten çıkıp telaşla hastaneye giderken hükûmet meydanından geçtik. “Cıbıllar Parkı” adıyla bilinen mevkide bir polis önümüzü kesti. Kimliklerimizi istedi. Durumumuzu anlattık acilen hastaneye gitmemiz gerektiğini bildirdik ama bizi dinlemiyordu. Daha fazla oyalanmamak adına kimliklerimizi verdik. Fakat polis peçemi açtırmakta ısrarcıydı. Kendisine açmayacağımı kesin bir dille belirttim. O da aynı katiyetle peçemi açmadan hiçbir yere gidemeyeceğimi söyledi. Seslerimiz yükselmeye başlamış, ortam iyice gerilmişti.

Annem polise karşı “Dağda PKK’lılara bir şey yapmayıp burada Müslümanlarla mı uğraşıyorsunuz” diyerek sert çıktı. Polis anneme vurmak için elini kaldırdı. Polisin tokadı annemin yüzüne gelecekti ki ben polisin bileğini tuttum ve iteledim. Bu sefer benim üzerime yürüdü. O esnada etrafımıza insanlar toplanmaya başlamıştı. 19-20 yaşlarında bir genç, şimşek gibi polisle arama girip, polise omuz atıp “Sen bu kadınlara nasıl davranıyorsun?” diye bağırdı. Polis sendeledi ve yere düştü. Hızla kalkıp o genci kovalamaya başladı. Kimliklerimiz elinde olduğundan mecburen polisi beklemek zorunda kaldık.

O genci yakalayamamış olacak ki o sinirle üzerime yürüdü ve “Derhal peçeni aç!” diye bağırdı. Artık benim de sinirlerim bozulmuştu ve ben de aynı şiddetle “Açmayacağım” diye bağırdım. Etrafımızda bizi izleyen insanların sayısı git gide artmaya devam ediyordu. En sonunda kadın bir polis getirirse yüzümü açacağımı söyledim. Bir yerlere telefon edip kadın polis gelmesini istedi. Sivas Belediyesi, Sivas Valiliği, Sivas Jandarma Garnizon Komutanlığı ve Sivas’ın tarihi en büyük parkının olduğu hükûmet meydanı bir anda ana baba gününe dönmüş yüzlerce kişi toplanmıştı. 

Madımak hadisesinin bıraktığı etki ile Sivas’ın sokak ve caddelerinde on kişi bir araya gelemezken etrafımıza toplanan bu kalabalık, Valilik ve Belediye çalışanlarını tedirgin etmiş, onlar da olay yerine gelmişlerdi.

Bayan trafik polisi çağırıldı. Kadın polis bütün kalabalığın içinde peçemi tuttu ve yüzümü açmaya çalıştı. Ben kadın polisin eline vurdum ve peçemi indirdim. Bu kadar kalabalığın içinde açacaksam kendisini niçin çağırdıklarını sordum. Belli ki vicdanlı biriydi ve yanlış yaptığını anladı. 

Beni bir köşeye çekerek yüzüme baktı ve bizimle uğraşan polise dönüp kimliğin tespit edildiğini ve bir sıkıntı olmadığını söyledi. Fakat o polisin derdi kimlik tespiti değil, benim mahremiyetim olduğundan Kadın polise herkesin içinde peçemi açmasını söyledi. Kadın polis tepki gösterdi “Ben vazifemi yaptım.” dedi ve gitti. 

Polis benim kolumdan tutup, polis arabasının kenarına ittirdi ve beni tehdit etmeye başladı. “Eğer şimdi burada peçeni açmazsan terörle mücadele polislerini çağıracağım ve seni terörist olarak onlarla göndereceğim” dedi. 

Ben de onu ittirerek “Değil terörle mücadele şurada Jandarma’da ki bütün askerleri, MİT’i, JİTEM’i kimi istersen çağır peçemi açmayacağım” diye yüzüne haykırdım. 

Gerçekten bir yerlere telefon etti ve terörle mücadele ekiplerinin geleceğini söyledi. O sırada ben kaldırıma oturdum. Etrafımdaki kalabalıktan sadece gökyüzünü görebiliyordum. Belediye ve Valilikte çalışan müdür, daire başkanı, memur olduklarını söyleyen adamlar benim yanıma diz çöküp beni peçemi açmaya ikna etmeye çalışıyorlardı. 

“Sivas’ın yine başı yanacak, zaten madımak hadisesi bizi mahvetti, bak hadise kötüye gidiyor, aç bir kere peçeni baksın yüzüne” diyorlardı. Bir tanesi bile “Bu kadınla neden uğraşıyorsunuz?” demiyor, aksine hepsi ısrarla peçemi açmamı söylüyordu. 

Parkın işletmecisi olduğunu söyleyen beyefendi, beni korumak adına “Parkta bir masaya oturtalım kalabalık dağılsın.” dedi. Polis bunu kabul etti.

Sanki üzerimde bir bomba varmış da patlatacakmışım gibi bütün parkı boşalttılar. Beni tek başıma bir masaya oturttular. Milli Görüşçü olduğunu bildiğim o zaman ki Refah partisine mensup ve belediyede görevli müdürlerden 4-5 tanesi yanıma geldi; 

“Kur’an’ı Kerimde nerede yazıyor? Neden bu kıyafeti giyiyorsun? Kendi başınıza din mi çıkarıyorsunuz? Biz Müslüman değil miyiz? Hangi kitapta yazıyor?” gibi sorularla beni sıkıştırıp sürekli peçemi açmam için baskı yapıyorlardı.

Ben de “Canım istediği için” taktığımı söyledim. Çünkü hiçbir delil kabul edecek gibi değillerdi. Elde ettikleri kazanımlarını kaybetmenin korkusu ve endişesini içerisindeydiler. İslam’ın şerefi ve izzeti onlar için önemli değildi. İkide bir “Bak ülkede idareyi aldık, belediyeler kazandık.” gibi cümlelerle sarf ediyorlardı. Ben de; “Madem idareyi Müslümanlar ele aldı, ben neden bu durumdayım?” dediğimde “Şimdilik biraz taviz vereceğiz.” diyorlardı.

Daha sonra beni parka bulunan büfenin yeraltındaki mutfağına indirdiler. Terörle Mücadeleden kadın bir polis geldi, üzerimi aradı ve yüzüme baktı. Bunları yaparken de “emir kuluyuz” diyerek özür diliyordu. Bende ona “Siz amirlerinizin biz Allah’ın emirlerini dinlediğimiz sürece daha çok karşılaşacağız.” Dedim. 

(Bir hafta sonra o polisin sebep olduğu hadiseden dolayı Sivas’tan sürgün ile Trabzon’a gönderildiğini öğrendik.)

Aczmendi Davasının Hakkaniyetine Garip Bir İşaret

Allah kuluna hidayeti nasip edip kendisine yakınlaştırmak, iman hakikatlerine vasıl etmek istediğinde aslında sebepler ehemmiyetli olmayabilir. Fakat yaşanan hadiselerdeki vesileler bir ömür kıymetini muhafaza eder. Elbette her insanın kıymetli, ehemmiyetli hidayet hikâyeleri vardır. Bizim de şahsımızdan ziyade hizmetimize ve Aczmendi’nin sırlı vazifesine baktığına inandığımız bir hidayet hikâyemiz var.

Yıl 1996. Mart 1993 doğumlu ilk evladım 3 yaşında. Herkesin çocuğu böylemi olurdu bilmiyordum. Sanki başka bir âlemde yaşamış da bize çocuk olarak gönderilmişti yahut yanında ruhani eğitmenlerle geziyor gibiydi. Yaşından çok büyük hareketler, tavırlar hatta bazen kitapları günlerce karıştırsanız bulamayacağınız konuşma ve bilgiler. Anlamı nedir deyip, işin içinden çıkamayınca boş verdiğimiz hadiseler. Buraya hepsini anlatmayacağım tabi ki.  Ta 1996 yılına gelinceye kadar. (Anlatacağım her diyalog yarı yarıya kısaltılmış olacaktır.)

1996 Ağustos ya da Eylül ayı babası ile oynarken birden durdu ve gayet ciddi bir tavırla: “Baba iki ay sonra tutuklanacaksın. Neden, Nasıl ne sorduksa cevap yok.  

İki ay sonra bir buçuk yaşında kardeşi ile oynarken birden yanıma geldi. Sanki amirinden emir almış ve ölüm-kalım meselesi varmış gibi telaşla; “Anne çabuk, çabuk benim hemen Ankara’ya gitmem lazım. Çabuk beni Ankara’ya gönder.” Ben boş boş bakıp ne söylüyorsun oğlum ne Ankarası derken beni yakamdan tutup daha ciddi bir tavırla; “Anlamıyor musun beni? Benim hemen Ankara’ya gitmem lazım. Ordumun başına geçmeliyim. Müslümanlarla kâfirlerin savaşı var Ankara’da. Benim onların yanında olmam lazım. Çok büyük savaş olacak köpeklerle saldıracaklar Müslümanlara. Benim kafam iyice bozulmuştu. Bu çocuk ne saçmalıyordu. Ne savaşı? Ne Müslümanı? Ne kâfiri? Zaten Müslüman bir ülkede yaşıyorduk. Ankara gibi bir yerde Türkiye’nin göbeğinde neden kâfirlerle savaş olsundu ki?

Akşam babası bir yere sohbete gideceği için geç gelecekti. Oysa ben akşama kadar Ankara’ya savaşa gitmek için ağlayıp canımı yakan oğlunu şikâyet edip artık iş çığırından çıkıyor bu çocuğa bir çare bulalım demek için bekliyordum. Babası eve geldiğinde birileri ile tanıştığını sohbetlerine gittiğini isimlerinin Aczmendi olduğunu onlarla Ankara’ya gideceğini söyledi. Ben de ona oğlunun söylediklerini anlatınca ikimizde şaşkınlıkla baka kaldık.

Sabah uyanan oğlum babasının da Ankara’ya gideceğini duyunca beni götürmezseniz zaten yolda kalırsınız gidemezsiniz diye tehdit etti. Elinde kokladığı battaniye olmadan uyuyamayan üç yaşındaki çocuğunuz bu şekilde konuşsa ne yapardınız?

Evet, Ankara yolcusu kalmasın. Üç yaşında ki çocuk dahil dokuz kişilik Sivas kafilesi yola çıkmıştı. Ankara’ya mevlit dinlemek için Kocatepe Camiine. Malum Kocatepe hadisesi ve üç yaşında babası ile gözaltında bir çocuk. Gerçekten babası iki ay sonra tutuklanmıştı, hem de günü gününe. Ankara İnterpol’de polis olan amcası çocuğu gözaltından alıp Sivas’a getirmişti. Aradan on beş gün geçti. Babası tutuklu. Sebep sadece Aczmendiler ile birlikte olduğu ve hoşuna gittiği için onların kıyafetinden giydiği için. Ama içerden bize gönderdiği mektuplarda “Artık Aczmendiyiz” kararı ve bizde ne olduğunu anlamadanAczmendi- olduk. Tek bildiğimiz Risale-i Nur kitapları, Said Nursi ve Müslim Gündüz. 

***

Bir gece yatıyoruz tam uykuya geçtiğimiz sırada oğlum birden yattığı yerden kalkıp yatağa oturdu. Ben ise kardeşini uyutmakla meşgulüm. 

“-Anne evin tavanı yarıldı görüyor musun?”

“-Hayır.” 

“-Anne İstanbul’a bak. Köprünün ucundaki eve bak görüyor musun?

“-Hayır.”

“-Anne bak kapıyı kırıyorlar, Müslim Efendinin saçını çekiyorlar, görüyor musun?”

“-Hayır.”

“-Anne bak, bak. Allah gökten ipler indirdi. Müslim Efendi Allah’ın ipini tuttu. Kâfirler ona bir şey yapamayacaklar. Allah onu kurtardı görüyor musun?”

“-Hayır! oğlum görmüyorum.”

“-Anne sen de hiçbir şey görmüyorsun.” dedi. Küstü ve arkasını döndü uyudu.

Tam on beş gün sonra 28 Aralık TV alt yazı geçiyor. Malum Kadıköy hadisesi. Televizyon’da alt yazı geçerken arkası dönük oynayan oğlum ev sakinlerinin de tepkisiyle arkasını döndü birkaç saniye baktı ve asla unutmayacağım istihza ve tahkir ile karışık bir yüz ifadesiyle “peh böyle mi yapacaklardı?” dedi.  İşte o yüz ifadesi beni Aczmendi’ye görünmez bir halatla bağlamıştı.

***

O günden sonra sürekli rüyalar başladı. Ben ise onların sadece bir rüya olmadığını çok sonralar anlamıştım. Sürekli aylarca gördüğü bir rüya; “Anne Mehmet Feyzi Efendi, Müslim Efendi ve ben. Dağlarla çevrili bir yerdeyiz. Müslim Efendi zincirlerle bağlanmış. Mehmet Feyzi Efendi elinde iki uçlu bir kılıçla bir vurdu bütün zincirler koptu. Sonra kanatlı bir ata bindik, üçümüz birden aynı ata bindik. Dağlardan dağlara gökyüzüne uçtuk.” 

Yine bir gece uykusunda “Allah, Allah, Allah” diye bağırıyor. Koştuk yanına babaannesi beni uyandırdı. Ne oldu diye sorduğumuzda; “Bir rüya gördüm. Müslim Efendi, Mehmet Feyzi Efendi ve ben, bir zikir çektik bir zikir çektik sarıklarımız havalarda uçuyordu. (Çoğu kez bize, siz gece evde uyurken ben Hz. Ali’nin dergâhına gidiyor zikir çekiyorum derdi.) O güne kadar cehri zikir ne olduğunu bilmediğimden hiçbir anlam veremiyordum.

Aklımın almadığı ve beni en çokta şüpheye düşüren şuydu. Bu çocuk doğru söylüyorsa Said Nursi demesi lazımdı. Mehmet Feyzi Efendi kimdi tanımıyordum. Neden sürekli Mehmet Feyzi Efendi diyordu? Çünkü başka zamanlarda birçok defalar Mehmet Feyzi Efendi’yi hem rüyada hem uyanık iken aleni gördüğünü söylüyordu.

Bir defasına annem ile şahitlik etmiştik. Annemlerin evinde iken onların bir odasında oynamak için top almaya girmişti. Birden dehşet bir çığlık atmış, sesine annemle birlikte koştuğumuzda taş kesilmiş bir halde donmuş korkudan titriyordu. Küçük değildi on bir yaşındaydı. Hemen kucağıma aldım bir saate yakın zor teskin ettim. Ne olduğunu sorduğumda eşyaların üzerinde Mehmet Feyzi Efendinin boylu boyuna uzanmış yattığını söyledi. Başında beyaz bir sarığı olduğunu, sarığın ucunu kendisinin eline verdiğini sonra kalkıp yürüdüğünü söylüyordu “O gitti ben gittim, o gitti ben gittim. Anne sonra çok büyük ağaçların olduğu yemyeşil bir ormana girdik ve Mehmet Feyzi Efendi birden kayboldu. O kaybolunca da birden korkuyla bağırdım.” demişti.  (2006 yılına kadar da bilmiyordum. Ta ki bir arkadaşın evinde Mehmet Feyzi Efendinin fotoğraflarını gören oğlum, heyecanla “Anne, bak bu Mehmet Feyzi Efendi bak bu O!” diyene kadar.) 

***

Ankara DGM mahkemesi ilk celse kıyafetlerini çıkarmayan Aczmendilerin tutukluluk halleri devam ediyor. Bu haber evde dedemizi çileden çıkarmıştı. Zaten olanları başından beri tasvip etmeyen aile büyükleri özellikle de torununun babasına kızıyor; “Bir çık gel o sarığı cüppeyi şalvarı nasıl sobaya atacağım yakacağım gör sen.” diye evde bağırıyordu. Dünyevi endişe ile evladını düşünen bir babanın öfkesiydi bu. 

Bu tavrı gören oğlum: “Anne çabuk benim şalvarımı, cübbemi, sarığımı getir giyeceğim.” Babası cezaevinden almış göndertmişti. Tabi bunu yapmam büyüklere isyan bayrağı çekmem demekti. Bunu asla yapamam. Ama oğlum ısrar ediyor. Babaanne durumun farkında; “Kalk giydir ağlaması tutmasın yine.” Çünkü iki yaşından beri her gece akşam dokuz’dan sabah ezanlarına kadar ağlar. Doktorlar, hocalar hiç çare olmadılar. Korkumuzdan giydirdik kıyafeti şalvar, sarık, cübbe. “Rida yok” dedi. “Ridan yok senin” dedim. Babaannesinin atkısını gösterdi onu verdim. Başına aldı ve dedenin karşısına çıktı. Ellerini beline koydu ve büyük bir adam edasıyla; “Kalk dede, babamı bekleme kıyafetini yakmak için. İşte ben karşındayım. Kalk gücün yetiyorsa benim kıyafetlerimi yak. Öyle bir dehşet vardı ki yüzünde eğer bir yerine bir kişi dokunacak olsa sanki komple hepimizi yakacaktı. Dede de fark etti halini ve alttan alarak; “Yok, yavrum ben yakar mıyım hiç baban hapiste kalmasın diye dedim.”

Şubat ayı, sobalar yanıyor sobanın arkasındaki divana oturdu bağdaş kurdu elleri ile dizlerini tutup öyle bir oturdu ki tarif edemem. Sobanın arkasında kıpkırmızı oldu, uyuklamaya başladı havale geçirecek bari atkıyı alayım dedim dokunmam ile bir bağırdı: “Sarığıma dokunma!”

 ***

Müslim Efendi metris cezaevinde en fırtınalı günler. Bir gün, “Anne çabuk Müslim Efendi’ye mektup yazacağım.” Ben de ağlamasın diye tamam dedim. O söyledi ben yazdım. Bana saçma sapan geldi. Geçmiş zaman hatırlamıyorum. Aklımda kalan “Merak etmeyin efendim sarhoşlar Medine’ye giremeyecek” cümlesi idi. Beni sıkı sıkı tembih etti mutlaka gönder diye.

Böyle bir zaman da bana saçma gelen mektubu elbette gönderemezdim.  Tamam dedim ama aldım babaannesinin yüklük dediğimiz yatak dolabının üstüne yatakların altına koydum. Aradan bir hafta geçti. Yanıma geldi mektubu gönderdin mi diye sordu. Bende evet dedim. Elimden tuttu yüklük dolabının olduğu odaya götürdü. Mektubu koyduğum yeri işaret edip; “Anne Müslüman yalan söylemez. Kimi kandırdığını zannediyorsun. Anlamadığın işlere karışma. O mektup Müslim Efendiye gidecek.” dedi. Korktum çok korktum. Hemen gönderdim mektubu. Daha sonra bir mektup daha yazdık. “Sen komutansın ordunun başındasın efendim. Ben de şeyhim Medine’de yaşamak ve orada ölene kadar kalmak için dua edin Efendim.” Yazmıştı. (*)

(*) Onlarca yaşadığımız hadiselerden sadece birkaç tanesini kaleme alabildik. Bu hadiseler bile inayet-i ilahiye ile içerisine çekildiğimiz Aczmendi hadisesine manevi birer hüccettir.

 

Bende-i Risale-i Nur

Yorum bırakın

Scroll to Top